Tanpınar Merkezi’nin Kurucu Müdürü Prof. Dr. Handan İnci, 2017 Ocak ayında bütün nüshalarıyla sitemizde yayımladığı Tanpınar’ın Suat’ın Mektubu adlı roman müsveddelerini kitaplaştırdı.

Ahmet Hamdi Tanpınar
Suat’ın Mektubu 
Şubat 2018
Dergâh Yayınları
149 s.

SUAT’IN MEKTUBU

Tanpınar, Huzur’u yayımladıktan sonra yaptığı bir söyleşide “Huzur devam edecek diyordunuz” sorusuna şöyle karşılık verir:

“Edecek, tabii edecek. Mümtaz ölmemiştir. Hâlâ yaşıyor ve yeni bir insan olarak doğmak için beni zorluyor. Fakat daha evvel Huzur’un öbür kısmını neşredeceğim, yani Suad’ın Mektubu’nu. Küçük bir eser, okuyucu orada Mümtaz’ın meselelerini daha başka bir planda görecektir” (“Tanpınar’la Huzur Hakkında Bir Konuşma”, Kitaplar, sayı 2, 1 Mart 1950).

Tanpınar’ın İ. Ü. Türkiyat Enstitüsü’ndeki arşivinde, Suat’ın Mektubu’na ait bazı sayfalar bulunmaktadır. Bu roman taslağının ilk sayfası 2010 yılında yayımlanmıştır (Ahmet Hamdi Tanpınar, A. Uçman, H. İnci, Kültür Bakanlığı). Arşivde daktilo edilmiş halde bulunan sayfalar konu bütünlüğünü takip etmeyi zorlaştıracak kadar karışık haldedir. Bu durum sadece arşivin gelişi güzel dosyalanmasından değil, metni defalarca yazıp bozduğunu gösteren sayfa numaralarından da anlaşıldığı gibi, Tanpınar’ın çalışma biçiminden kaynaklanmaktadır. Sayfa numaralarından anlaşıldığına göre arada çok sayıda eksik sayfa da vardır.

Tanpınar evrakı arşiv dosyalarına karışık bir şekilde yerleştirilmiştir. Aynı konu başlığını taşıyan sayfalar birden farklı dosyalar içinden çıkabilmektedir. Bu karışıklıklar ve eksikler nedeniyle, 2016 yılı sonunda nihayetlendirdiğimiz binlerce sayfa tutan arşiv taramaları tasnif edilmeden ve Arap alfabesiyle yazılmış metinler en küçük notlara kadar okunmadan Suad’ın Mektubu’nu son haliyle kurgulamak mümkün değildir.

Arşivin, oldukça uzun zaman alacağı anlaşılan tasnifi sürerken, paylaşıma uygun olanlar bölüm bölüm bu sitede yayımlanacaktır.

Metinde Tanpınar tarafından üstü çizilmiş satırlar olduğu gibi korunmuştur.

Arap alfabesiyle eklenmiş kelime ve cümlelerin Latin alfabesine aktarılarılmış halleri kırmızıyla gösterilmiştir.

İ. Ü. Türkiyat Enstitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1602

 

Suat’ın Mektubu

Aziz Mümtaz,

Sana bu mektubu oldukça garip şartlar altında yazıyorum. Neredeyse çılgınlığımdan dolayı sana özür

Bu mektubumu okuduğun zaman okunamadı hakkımda ne düşüneceğini bilmiyor değilim. Evine Kendini öldürmek için elalemin evini seçmek her hâlde beğenilecek bir hareket değil. Dünyada yer mi yok! Hele ölüm gibi tabii bir iş için.

Hele bu işin yapıldığı evin sahibi… Ne kadar hiddet etsen yeridir.

Ne yapayım ki beni bu harekete biraz da bu ev sevketti. Birkaç günden beri evinin gizli ve devamlı misafiriydim. Sonunda mahremiyetin benimdi. Aramızda ilk önce benim tarafımdan yapılan bir şaka vardı. Evine sen yokken girip çıkmak, o kadar gülünç bulduğum hayatını yakından seyretmek, seni doya doya tanımak hoşuma gidiyordu. Sonra belki de yalnızlığa kendimi farkına varmadan kendimi mahkûm ettiğim yalnızlık, biraz da hâdiselerin yardımıyla beni mağlub ettiler. Şimdi sakınılmazın karşısındayım.

Sakın bu satırları okurken bana acımağa kalkma. Bu son eşikte düşüncelerim ne olursa olsun bil ki ben eski Suat’ım. Hayatla tutuştuğum bahsimi bu kadar erken ve hattâ gülünç şekilde kaybettiğime  elbette müteesirim. Fakat herhangi bir insanın Acımasına razı değilim. Acımasına razı değilim. Belki de bu mektup…

Şu dakikada kayıpı açıp gidebilirim. Hatta tabancamı bir mektupla sana hediye bile ederim. Nitekim bu işi kendi cesedim yerine bir başkasının ölüsünü de burada bırakmak suretiyle yapabilirim. İnsanların en az hoşuma giden tarafı acımalarıdır. Çehrelerde beliren o keder

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1559

9  

112

görmek zevkini hiçbir zaman vaz geçemedim. Onun için anahtarı iade edeceğim yerde herkesle beraber etrafı araştırmağı tercih ettim. Hem arıyor, hem de anahtarı verip vermemeği düşünüyordum. Dünyada kader denen bir şey varsa o da benim bu birkaç saniyelik tereddüdümdür. Çünkü ondan sonrası bir riyaziye muadelesi kendiliğinden olan biten şeyler, ilk adımın bir ötekini ve daha ötekini doğurmasıdır.

Nuran gibi anahtarını bulamadı ve biz oldukça canı sıkılan Nuran’ı Yaşar’la beraber evine kadar götürünüz. Niyetim ertesi sabah anahtarı Nuran’a götürmek, bu vesile ile onu sabahleyin evinde görmekti. Bu da benim için bir yığın küçük, memnun edici şeylerle dolu bir ziyaret olacaktı.

Hatta doğrudan doğruya bir anahtar kaybettiğini söylese idi, bulduğumu ona verirdim. Fakat böyle yapmadı. Çantasına iyice baktıktan sonra oturduğu yeri, koltuğun içe kayan taraflarını bize ne aradığını söylemeden muayene etti. Halinden sıkılmışa benziyordu. Sonunda omuzlarını silkerek vazgeçti. Hemen herkes ne kaybettiğini soruyordu. O kaçamaklı cevaplarla vazgeçiyor işi kapatıyordu.

Daha o anda bu anahtarın senin evinin anahtarı olduğunu düşünmüştüm. Niyetim ertesi sabah gidip ona iade etmekti. Bu vesile ile bir nevi mahremiyet de tesis edebilirdim. Ayrıca benim için böyle bir mahremiyet kazanacaktım.

Fakat ertesi sabah bu anahtarın senin evinin anahtarı olabileceğini düşündüm ve gece karar verdiğim gibi hemen eve gidip iade etmektense her nedense fikrimin doğru olup olmadığını tahkike karar verdim.

Görüyorsun ya Mümtaz, bir felâket, yahut herhangi bir hadise nasıl adım adım hazırlanıyor; İnsan ihtiyarîden sakınılmaza doğru adım adım ve çok mantıki sade mantık bir yürüyüşle ve kendini daima hür sayarak gidiyor gidiyor. Başta yüzde yüz hürsün; ikinci adıma bu hürriyet bir parça azalıyor, üçüncü, dördüncü adımda biraz daha… sonra biraz daha azalıyor, ve nihayet ister istemez yürüyeceğin tek bir yol kalıyor, iradenin şiddetli bir aksülameliyle dönersen ne alâ… o zaman o yolu bütün ömrünce sıyırmak fakat unutma ki bir kere buraya geldin mi her şey bu yolda neticeye doğru dolu dizgin yürümen içindir artık. Bütün yardımlar, etrafın her kımıldanışı sizi seni oraya doğru iter. O zaman her şey bir faktör psikolojik halini alır bir ruhî âmil haline gelir. O sabah ben üçüncü adımı attım. Yani senin evini öğrenmeğe teşebbüs ettim. Bunun ne kadar kolay olacağını biliyordum. Bir gün evvel Nuran sana verdiği sözü tuta-

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1592

114

bilhassa onu örnek alarak yapılmıştı. Vitrinin içinde noel pamukları arasında –bileceğin tabirle çok suni ve bu yüzden mutlak bir kış ortasında, sırtında samur renkli bir kürk uçları adeta rüzgarla taranmış, yüzü mücerret tarafından zaptedilmiş- bu da senin cümlendir Mümtaz- bekliyen bu mankeni birkaç dakika seyrettim. Bunun bir eşini yaptırmak ve etrafına muhtelif vaziyetlerde bir yığın erkek mankeni koymak, böylece o holde küçük bir sahne tanzim etmek aklıma geldi. Bunlar bu akşam için hazırladığım büyük sahnenin ilk ve çok acemi denemeleriydi Mümtaz! Dedim ya Mümtaz, bir fikir ne kadar güç, adım adım bulunuyor! Yahut bir fikrin şekil alması! Çünkü fikir vardı, fakat ona şekil vermek istiyordum. Fakat nasıl bir sahne yapacaktık! Mesela a la Titien bir yıkanan Suzan’mı? Düşün bir kere havlular içinde bir Nuran, ve sen, Yaşar budalası, ben, Sabih, Sakıp Bey, Fahir, Yaşar’ın monden dostları uzaktan bir manianın arkasından onu seyrediyoruz. Tabii çocukça! Yahut bir taht üzerinde kucağında Fatma ile oturmuş bir Meryem ana Nuran ve yine hep birden etrafında bizler. Yahut yalnız sen! Elinde sıcacık kalbin, hakiki bir koyun yüreği tabii –diz çökmüş Fatma’ya uzatıyorsun! O birkaç gün Mümtaz hep bunu düşünerek geçirdim. Fakat hiçbiri bana layık şeyler değildi. Sana layık değildi demiyorum Mümtaz, çünkü sen her türlü alaya müstahaksın! Fakat bana, benim dehama layık değildi. Bunlar kapıdan fırlatıp attığın anda mevcut olmayacak şeylerdi. Halbuki ben öyle bir şey istiyordum ki ömrünün sonuna kadar unutmasın.

Senin o [?] kafana, o acaip masal torbasına yerleşsin ve bir peyzaja hakim,

her gördüğüm şey bana birtakım fikirler veriyor, fakat hakikaten bu anahtarla ne yapacağımı bilmiyordum. Bununla beraber muntazaman eve geliyor, uzun uzun kalıyordum. Bir keresinde ben içerde iken kapı açıldı ve sen girdin. Ben portmantonun arkasına büzüldüm. Zavallı Mümtaz, ne kadar bedbahttın o gün! Yüzün sapsarıydı ve gözlerinde ağlamak ihtiyacı vardı.

Beni bittabi görmedin. Ben holde sen odada bir evde yarım saat baş başa geçirdik. Seni bir türlü bırakıp gidemiyordum.

O gün senin ıstırabına şahit oldum. Daha doğrusu, istersen bozulmuş asabını nasıl çıldırttığını bir daha gördüm. Fakat darılma! Bu akşam bu mektubu yazmam da gösteriyor ki asap dediğimiz şey bozulmak içindir. Evet senin hayatının etrafında bu kadar yakından ve sadece bir şaka yapmak arzusuyla dolaşırken ben kendim de asabımı bozdum. Hakikaten ne oynuyordum istediğim bir şakadan başka bir şey değildi; kuvvetlice bir şaka. Fakat öyle bir şaka ki,

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1600

101

onu zaptetmiş bir harabe gibi oradan bütün ömrünü idare etsin. Niçin sana o kadar düşmanım Mümtaz? Fakat bunu anlatmak için daha vaktimiz var, şimdi ben fikrin doğuşunu anlatmak istiyorum. Ah bu tesadüflerde beni görseydin Mümtaz, kendine layık hiçbir şey bulamıyor ve üzülüyordum. Fakat boş da durmuyordum. Evinin etrafında dolaşıyor, kâh seni takip ediyor kâh Nuran’ın

Onu zapt etmiş bir harabe gibi ömrünü idare etsin! –Hakikaten [?]

Fakat bir türlü istediğim şeyi bulamıyordum. Vaktimin çoğu hemen hemen sizin mahallede geçiyordu. Bazen Nuran’a tesadüf ediyor, yahut da karşısına –tabii çok uzaktan bir umacı gibi çıkıyor, onu korkutuyor, buluşmalarınızı imkânsız yapıyordum imkânsızlaştırıyordum. Dalgın, hiç habersiz, kendi içime dalmış gömülmüş gözlerimle hakikaten beni beğenirdin. Sonra biraz uzaktaki berbere giriyor seninle Sümbül hanımın evden çıkmanızı bekliyordum. O zaman eve giriyor, holde oturuyor, bu harikulade atmosferi tıpkı senin İstanbul peyzajı için kullandığın metodu taklit ederek adeta kokluyor, onunla dolmaya çalışıyor, onun bende konuşmasını istiyordum.

Bir gün eve girerken Anahid’i Birgün eve girerken Helmine’yi –şu Boyacıköy’deki kahveci çırağının metresini kapıdan çıkıyor gördüm. Ve itiraf edeyim ki günahını aldım, demek böyle ha! dedim. Bizim Mümtaz avlık bigamı yapıyor. Ne kadar sevindim bilsen! düşün bir kere küçük bir sahne, bir telefon… Fakat Nuran’ın buna nasıl ehemmiyet vermeden karşılayacağını düşününce biliyordum onun için heyecanım geçti. Kaldı ki Helmine yukarı kattaki Macar kürkçünün dostuymuş ve Amerika’ya gideceklermiş! Bunu ertesi günü öğrendim ve senin evine davet ettim. Ona Nuran’ın geceliklerini giydirecek, odalarda gezdirecektim. Senin aşk mabedini kirletecektim. Fakat kadın razı olmadı. ‘Ben Amerika’ya gideceğim!’ dedi. Komik değil mi Mümtaz? Sadakattan, aşktan, günahtan, azaptan bahsetti. Üst kat merdiveninin basamağında bana bütün ömrünü anlattı. O konuştukça kafama bir yığın tasavvur geliyordu. Ona

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1599

102

Bana söyleyebileceği her şey uzun uzadı? uzun uzadıya dinledikten sonra akşama Novotni’de buluşmağa söz aldım. ben merdivenlerden indim. O yukarıya kendi evine çıktı.

Bilmem o akşamın tam bir hikâyesini yazmağa burada lüzum var mı? Bu her zaman ve herkeste olduğu gibi çılgın bir humma ile başlayan ve en yakıcı istikrahla biten o zevk gecelerinden biri oldu. Yattığımız otel odasında Sabaha yakın uyandım, o benden evvel uyanmış, fakat rahatsız etmemek için kımıldamıyordu. Yataktan inmek için yorganı açınca biçare vücudunu adeta nereye gizleyeceğini bilemedi. Kim bilir nasıl bir gözle bakmıştım ki nerde ise ağlayacaktı. Halbuki bu yaz Suadiye plajında onu kahverengi mayosu içinde ne kadar istemiştim. Çarçabuk giyindim, sokağa fırladım. Daha büyük kahvelerin hiç biri açılmamıştı. Tepebaşında daha ziyade şöförlerin toplandığı küçük bir çaycı dükkanına girdim. Bir saat kadar orada oturdum. İçimde garip bir tiksinti vardı. Ve bu tiksinti etrafımdaki kül rengi sabahla çok garip bir şekilde uyuşuyordu. Her şey yaşamaktan muzdarip gibiydi. Bir parça daha, biraz daha yığılın ey sisler, ey çamur biraz daha cıvıklaş ve her şeyi yut!” Titreye titreye sokaklarda dolaştım. artık sizi unutmuştum, ne seni, ne evini düşünüyordum. İçimde sadece kaçmak, gitmek arzusu vardı. Bütün günü o hisle geçirdim. Küçük halk kahvelerine gittim, birtakım biçare insanların iskambil oyunlarını seyrettim. Yemiş iskelesinde dolaştım, balıkhaneyi gezdim. Vaktiyle Bundan yetmiş sene evvelki şairlerimizin toplandığı şadırvanlı bir kahvede muammalı duruşumla kokain ve esrar kaçaklarını ürküttüm. İçimdeki istikrah hissi beni her taraftan koğuyordu. Bir tanıdığa rastgelmemek için baş vurmadığım çare yoktu, soğuk rüzgârda ve ince karda titreye titreye yörüyordum. Üşüyordum, iğreniyordum, öksürüyordum; insanlar böyle zamanlarda ne kadar değişiyorlar. Zaten her şey

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1601

-103-

birden değişmişti, her şey ve herkes sanki birdenbire karşısına çıkıyor, tehdit eder gibi üzerime doğru yürüyor, sonra kayboluyordu. Hepsi ona arızî surette yabancı, fakat biçereliği ile yakındı. Galiba insan yüzünü ilk defa böyle görüyordum. Hiçbir hayvan bizim kadar mahzun değildir. Ve ne kadar birbirlerinden korkuyorlardı. Hepsi kendi benzeriyle ilk temasta bir dükkân kapağı gibi kapanıyordu.

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1574

1

Fakat evinde güzel br gece geçirdiğimi iddia edemem. Sevmesem bile düşüncesine alışık olduğum bir kadının, hayatının bir parçasını gizlediği bu ev, gece yatmak için tekrar girdiğim zaman üzerimde, kendi evimden, tanıdığım evlerden başka türlü bir tesir yapmadı. İki oda, bir hol, çalışma odası yaptığın salon, bazılarını uğradığım eski eşya koltukçu mağazalarında eşlerini göre göre artık tanıdığım eşya, abajurlar, bakar bakmaz insanı yaşamaktan bıktıran hatıra fotoğrafları, -hülâsa alelâdenin ta kendisi idi bu. Bir yığın şey. Ve aşkınız da böyle idi. Yani yüz milyonlarca insanın tekrarladığı bir şeydi. Sihir tükenmişti. Büyü bitmişti. İçimde merhamete benzeyen bir çöküntü vardı. Evde Nuran’a ait bir şeyler aradım; yoktu. Belki burası onun evi değildi, fakat senin de evin değildi; ve işin garibi olsa idi de yine, sizi uzaktan takip ederken tahayyül ettiğim şey, o sıcaklık, derinlik bulunmıyacaktı.

Bununla beraber geceyi bu evde geçirecektim. Sahibinin haberi olmadan bir evde misafir olmanın o anda nerede olduğunuzu bilmek bana gibi bana garabeti hoşuma gidiyordu. Kaldı ki bin türlü düşünce ayasında nefsime bir nevi azap yapıyordum. Çünkü gerçekten sıkılıyordum. O zama O güne kadar benim için hayatlarını uzaktan takip ettiğim insanlardınız. Sizi hiç kitaplarını sevmediğimiz, fakat şöhretini ister istemez takip ettiğimiz bir muharrir gibi, veya maharet ve kuvvetine Işığı söndürdüm. Salonda yine karanlıkta oturdum.

Karanlıkta böyle düşünürken bu hal ne kadar sürdü bilmiyorum; birden bire elimin üstünde bir şey yürüdü, ürperdim. Işığı yaktım. Bir hamam böceğiydi. “Nasılsa Saniye Sümbül hanımın elinden kurtulmuş…” dedim. Hayvanı yolunu bulabilir mi diye kapının önüne koydum. Banyo odasına gitmesini, orada deliklerden birinde kaybolmasını istiyordum. Öyle yapmadı. Küçük bir kavisle odanın içine doğru yürüdü, hatta bana doğru geldi. O da insana musallattı. Kainatta her şey insana musallat, fakat en büyük düşmanımız, yine insan, diye düşündüm. Evet en büyük düşmanımız yine insan!

Bütün geceyi bir mitomanela, kendi yalanlarına kanan bir biçare ile geçirdiğimi anlamıştım. Zengin bir biçare. Çünkü bilmeden bir yığın masalla hayatını kurmuştu. Fakat bir bakışta yüzünde hakikatlerinden birisini okumuş ve korkmuştu. Hakikatte, küçük ve şehevî bir mahluk olduğunu anlamıştı. Korkunç değil mi?
Kadın, Saflığının bütün zırhları içinde, onu, karşımda olduğu gibi görüyordum.

Fakat hayatımıza bütün sıcaklıklar da ondan geliyordu. Elbette şimdi siz Emirgan’da benim burada olduğum gibi bedbaht değildiniz; bilir misiniz bunları düşünürken sizi arıyor ve istiyordum. Görmek istiyordum ve görürsem mesut olacaktım.

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1596

Her mahrem yer beni sıkar. İnsan hayatına yakından bakmaya  bir türlü alışamadım. geliyorum, evet, Evin üzerime çökmüş gibiydi. Bu hislerden kurtulmak için müsveddelerini okumağa karar verdim. Evvela tanzim ettim düzenledim Bu epeyce zaman aldı. Mümtaz biraz daha muntazam olsana. Sonra okudum. Ne hazin şeyler. Vazgeç Mümtaz, hiç istidadın yok. Her cümlende yazacağın şey tükeniyor. Hiç de kısırlığın o bereketli kısırlıklardan, insana yeni ufuklar açan magique sihirli zorluklardan değil. Eminim ki her cümlenin sonunda kafatasını eline alıyorsun, ve cınbızla bir tarafında bir şey kaldı mı, bir şeycikler bulabilir miyim diye düşünüyorsun. Daha fenası da var. Galiba masanın başına için ve başın boş oturuyorsun. Bu masa beş on sayfa okuduktan sonra, bu masa başında çektiğin başında geçirdiğin işkence saatlarını  sıkıntıları düşündüm ve sana acıdım; şair, muharrir olmanı hiç tavsiye etmediğim halde! –vazgeç Mümtaz, vazgeçmezsen bile hiç olmazsa şiire ayırdığın kelimelerle öbürlerini yazmaktan vazgeç. Otuz sahife okudum, fakat bir satır bile hoşuma gitmedi. Daha okurdum, bilirsin ki seni beğenmem, fakat severim! Ama fakat senin insan taliinden bahsetmeğe ne hakkın var Mümtaz? Aşk gibi tabii bir iş üstünde bu kadar geciken bir insansın! Sen sevgilinden bahset; onun güzelliğini öv; Boğazda ışık oyunlarını seyret; mezar taşında keramet, eski musikide dirayet vehmet! Görmüyor musun dışarıda geniş hareket var! İnsanlar istiye istiye ölüyorlar. Zannetme ki onları da beğeniyorum. Fakat ne olsa biraz anlıyorum. Sen insanlığın asıl tecrübesinden gafilsin! Açlığı, sefaleti bilmiyorsun. Yanlış anlama, bütün hayatından sıkıntı akıyor, fakat tabiatın, terbiyen onu görmeğe müsait değil. Önünde gelecek diye bir vehim aynalanıyor, ona doğru koşuyorsun! Sen insan taliinden bahsetme! Kendinden bahset! Ciltlerle yaz, doldur!

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1555

3

Evet insan talii kelimesini görünce durdum. İlk önce müsveddelerini sobaya atacaktım; belki seni de bu dertten kurtarırdım, fakat üşendim… Sadece masanın önünden kalktım. insan taliinden bahsetmeğe hakları olduğunu sandığım insanlara gittim. Gramofon zaten açıktı. Debussy’nin Nocturne’unu buldum. Fakat sonuna kadar dinliyemedim. Sadece güzeldi. Ben keskin bir şey istiyordum. Sizde, kimde bulacağımı biliyordum; fakat başka yerde aramağı tercih ediyordum. Tanhauser’i çaldım. Tutmadı. Borodine fazla safiyet altına gizlenmiş iddia gibi göründü. Tekrar Nocturne’e döndüm. Nihayet Beethoven çalmadan odadan çıktım. Yatak odasına geçtim. Pencereyi açtım. Keskin bir ay ışığı vardı. Apartımanların iç avlularının henüz dolmamış vapur anbarlarını andıran sefaletini seyrettim. Karşı evin balkonunda bir kedi, dışarıya asılmış bir tel dolabını beyhude yere zorluyordu. Nihayet muvaffak olamıyacağını anladı. Keskin bir sesle miyavladı ve sırtını kabartarak yürüdü; gözden kayboldu. Zaten artık iştihasının macerası beni alakadar etmiyordu. Yanı başındaki evde bir ışık yanmıştı. Galiba pansiyon oturan iki kadın perdeyi kapatmayı akıllarına getirmeden soyunmaya başladılar. Bar artisti filan gibi bir şey olacaklardı. Yorgun ve sarhoştular; hemen hemen gözümün önünde soyundular. Bir yığın, ipekli, tül kumaş üst üste atıldı. – Pencere önünde daha fazla durmadım. Bunu kendim için değil, senin için yapmadım. Sen o kadar afif insansın ki! – Ne yapacağımı bilmiyordum, can sıkıntısı içinde kıvranıyordum. Nihayet masalardan birinin üstünde bir uyku ilacı buldum. Bütün ömrümde kullanmamıştım. Küçücük bir şişe idi bu. Niçin uyku ilaçlarına bir yığın resim yapmıyorlar. Bu on komprimede en aşağı yetmiş, seksen saatlik uyku vardı ve her saat

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1556

4

uykuda yüzlerce insan, acayip şekil, harikulade vak’a, yürüyen duvarlar, konuşan hayvanlar, uçan atlar… Şişeyi elimde evirdim, çevirdim. Nihayet üç komprime birden içtim. Fazla olduğunu bilmiyor değildim. Fakat uyuyamam diye korkuyordum. Zaten birkaç defa çıkıp gitmeyi, geceyi herhangi bir eğlencede içimdeki hayvanı öldürerek geçirmeği düşünmüştüm. Fakat ev üzerime çökmüştü. Nihayet sonra yıkıldı.

İki üç komprime aldım. Rahat bir uyku her şeyi düzeltir diyordum. Fakat rüyaları hesaba katmamıştım. Bununla beraber rüyalar zannettiğim kadar parlak olmadı. Üç komprime kafama bir merdane ile vurulmuş gibi tesir yapmıştı. Ben gerek bütün perdelerini sıyırdığım senin hayatına, gerek beni o kadar rahatsız eden çocukça merakıma layık olan, onunla eğlenen rüyalar göreceğimi sanmıştım. Bu merak yüzünden kendime bir yığın sıkıntı çıkarmıştım icat etmiştim. Elimde İstese idim elimde yürüyen o hamam böceği gibi silkip atabileceğim bir yığın sıkıntı… İşte rüyalarımın bütün bunlardaki komiği komik tarafı bana göstereceğini ümit ediyordum. Neden sonra

Sabaha karşı baygınlığa benzer uyku duruldu; siyah duvarda birtakım şekiller seçmeğe başladım. şekiller meydana çıktı. Bunlar her rüyaya benzeyen acaip, ıttıratsız hareketler ve şekillerdi. gölgelerdi. . Fakat rüya ile at başı yürüyen duygu büsbütün ayrıydı. İçimde büyük bir hüzün bir korku ve hüzün vardı. Niçin korkuyordum ve neden mahzundum? Bunu bilmiyordum. Belki de bu duygu en son gördüğüm rüyanın bende bıraktığı tesirdi. Çok karanlık, kömür tozu ve katran çamurlu bir çukurdan bir türlü çıkamıyordum. Nihayet küçük bir çocuğun yardımıyla buradan kurtuldum. Fakat ıslaktım ve üşüyordum. “Güneş, güneş!” diye dişlerim çarpa çarpa sayıklıyordum. Yanımdaki çocuk, “güneş yok! Bilmiyor musun?” diyordu.

“Niçin yok?” dedim… Ses vermeden kayboldu. Ben etrafıma bakınırken omuzumdan doğru arkamda bir hıçkırık işittim. Sarı bir araba atı omuzumdanun üstüne doğru ağlıyordu. Hiddetle döndüm, o zaman yerde bana çocuğun, deminki çocuğun ölüsünü gösterdi. “Çabuk, çabuk… bunu gizliyelim! Yoksa seni mahvederler…” Arkasındaki arbaya bindim. Hem ağlıyor, hem koşuyordu; ben kuca-

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1557

5

ğımda çocuk titriyordum.

Silkinerek uyandım. Çenelerim birbirine vuruyordu. Bir müddet olduğum yerde korka korka bakındım. Sonra yerimden fırladım. Saata baktım, Dokuz buçuktu. Derhal giyindim. Sokağa çıktım. Niyetim bu eve bir daha girmemekti dönmemekti. Beyoğlu’nda sağa sola dolaştım. İnce bir kar hâlâ devam ediyordu. Bir lokantada yemek yedim; sinemaya girdim. İçimde büyük bir kurtuluş hissi vardı. Bir daha bu eve girmeyecek, senin hayatını karıştırmayacaktım. Nuran’ın anahtarını bulduğum geceye, hatta sizleri tanıdığım günlere lanet ediyordum. Kendimi bir çamaşır dolabında kirli çamaşırları karıştırırken burnunu akrep sokan bir köpeğe benzetiyordum. Çünkü saatler geçtiği halde hâlâ gecenin manasız azabını unutmamıştım. Herkesin hayatı kendisinindir; ne anlamamız, ne yaşamamız ihtimali var diyordum. Fakat bu cins düşüncelerle teselli edilebilecek halde değildim. Sanki hâlâ rüyamda gördüğüm o kule rengi zayıf atın çektiği yük arabasında idim ve hâlâ niçin ve nasıl öldürdüğümü bilmediğim küçük kızın ölüsü kucaklarımda idi. Hâlâ onun susmuş yüzüne bakıyordum. Kulaklarında telkâri top küpeler vardı ve saçlarını başının iki yanına toplamıştı. Kendi kendime, hep niçin, niçin diyordum. Akşama doğru bu tam bir hallocination birsam oldu. Ve ben avukatımın bürosuna o araba ile o kız çocuğu ile gittim diyebilirim. Karım davasız ayrılmayı kabul etmiyordu. “Çocuklarımın saadetini müdafaa edeceğim…” diyormuş. Hakikatte çocukları benden tam ayırmaya çalışacaktı. “Barışmaya hazırım. Zaten bütün ömrümü ona verdim…” Bir nevi mide bulantısı ile yazıhaneden çıktım. Dedikleri doğru idi. Bütün ömrünü

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1593

107

116

muştum. Ve onun cebimde oluşu şimdi yine adeta beni tehdit ediyordu. beni korkutuyordu. Nihayet yine Sabih’lere gitmeğe karar verdim. Orada içilir, konuşulurdu. Vakıa böyle bir akşam da benim için hiç de rahat bir şey olmayacaktı. Orada da Nuran’dan bir yığın şey vardı. Bütün bu tereddütler içinde, iskeleden ayrılmak üzere idim ki iken bir kadın sesinin beni “beyefendi…” diye çağırdığını duydum. Birkaç hafta evvel Boğaz vapurunda rastgeldiğim ve konuşmak fırsatını bulduğum genç bir kızdı. Kim olduğunu öğrenememiştim. Fakat daha ziyade safiyetinden gelen garip bir çekiciliği, büyük yeşil gözleri, oldukça hoşa giden ve insanı şaşırtan bir sokulganlığı vardı. Orada Bekleme salonunun tam önünde pencereye doğru büzülmüş duruyordu. Halinden epeyce üşüdüğü ve vapuru yüzünden telaşlı olduğu merak ettiği belliydi. Bununla beraber gözlerinin içi yine eskisi gibi gülümsüyordu; yanında durunca ilk önce bana vapuru sordu:

-Ümit yok, dedim…

-Ay çok fena! Eyvah, İstanbul’a bir iş için indiğini, Sultanselim’de oturan bir mektep arkadaşını aramak için geciktiğini, üç saattır burada vapur beklediğini söyledi.

-Şimdi ne yapacağım ben?…

-Evine Gidecek bir tanıdığınız yok mu?

-Hayır…

-Peki bir otel, filan…

Yüzü birdenbire değişti.

Mesela büyük otellerden biri, dedim. Emin yerlerdir; hiçbir suretle rahatsız olmazsınız! ve hakikaten yardım etmek arzusuyla; sakın para için endişe etmeyin… diye ilave ettim.

Çantasını kaldırarak gülümsedi

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1594

108

117

-Teşekkür ederim, fakat bugün hayatımda hiç olmadığım kadar zenginim… dedi. Ama, otel hoşuma gitmiyor, hayatımda tek başıma hiç otelde yatmadım… kalmadım Sonra ilave etti; bırakın ki girip çıkarken görülmem sonradan rahatsız edilmek için kâfidir. Sonra ilave etti, ben daha bir lokantada yemek yemiş bir insan değilim! Nasıl otele giderim…

Kendi telaş ve korkusuna kendi de gülüyordu.

Ben, Mümtaz daima kadınlarımızın hürriyet noksanından şikâyet ettim. İçtimaî bir dava peşinde koşsa idim koşacak içtimaî bir dava arasa idim, muhakkak bunu seçerdim. İşte yatacak yeri olmayan bir biçare ki otele gidemiyor.

O halde, dedim, bir tek çareniz var, o da benimle beraber gelip bizim evde yatmak kalmak… Bizim, ev anahtarı cebimde birdenbiren canlanan senin evdi.

Hiçbir mana veremediğim bir ısrarla bir şey söylemeden bir müddet yüzüme baktı.

-Sizi rahatsız etmez miyim?

-İlk önce gider bir yerde karnımızı doyururuz… Sonra eve gideriz. Rahatça uyursunuz… yapacak tek şey bu… Bütün bunları son derece rahat bir tavırla ve sanki kırk yıldan beri tanıdığım bir insanla konuşur gibi söylemiştim. Bir müddet daha bekledi, sonra başını salladı.

-Öyle olsun…dedi.

Beraberce bir taksiye bindik. Biraz evvelki yorgunluğumdan, tereddüdümden hiçbir iz kalmamıştı. Genç kıza tesadüfümle beraber eski Suat canlanmıştı olmuştum. Bu taliin gönderdiği ‘av’dı. Nuran anahtarı bunun için Sabih’lerde düşürmüş, ve bu lezzetli tesadüf için dün geceyi o kadar münasebetsiz şekilde İstanbul’da geçirmiştim. O anda ikinizi de içimden takdis ediyordum. Otomobilde hemen hemen hiç konuşmadık. Zaten o kadar ürkek bir tavırla arabanın bir köşesine sığınmıştı ki daha ziyade bulunduğu yere yeni getirilmiş bir kedi yavrusuna benziyordu. Otomobil Araba Galatasaray’a gelince sordum:

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1595

109

118

-Nereye gitmek istersiniz?

-Ben bir yer bilmiyorum, evimden hiç çıkmadım…

Gözlerinin içinde hep aynı gülümseme ile aydınlıkla konuşuyordu. Ona Beyoğlu lokantalarını saydım, hususiyetlerini anlattım. Beni ciddiyetle dinledi. Fakat:

-Neresini isterseniz…’den başka bir cevap vermedi. Nihayet hesaplarıma en uygun geleni, belediye gazinosunu Park Otelini tercih ettim. İçki, varyete, aşağıda dans, bar, hepsi vardı. Fakat daha merdivenin başında ürktü:

Fakat kapının önünde tereddüt etti:

-İyi ama burası pek şık yer. Halbuki benim üstüm başım…

-Üstünüze ehemmiyet vermeyin; başınız herkesi kıskandıracak kadar güzel, dedim.

O yine tereddüd ediyordu:

-Benim bu günlerde böyle yerlerde görünmem doğru olmaz…

-Niçin? diye sordum

-Olmaz işte…

-Nişanlı filan mısınız?

Hayır, hayır o cinsten bir şey değil! – Haydi girelim! Halinden öyle anladım ki tecessüsünden, eğlenmek, hatta karnını doyurmak arzusundan ziyade benim arzuma engel olmamak için kapı önünde münakaşa etmemek için    burada yemek yemeği kabul etmişti.

Salon epeyce kalabalıktı. Genç kız ilk önce etrafı dikkatle süzdü:

-Tanıdık yok galiba… dedi. Nisbeten kuytu bir yerde bir masa seçtik. Yemekleri ısmarladım.

-Bir şey içer misiniz?

-Su… dedi, yalnız su…

  

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1568

110

119
-Ama, nasıl olur?

-Öyle işte… İstersiniz siz de içmeyin, yani bu akşam için böyle olsun diyorum. Zaten ben hiç içki içmedim.

-İyi ya bu akşam başlamış olursunuz…

Yüzü birdenbire mahzunlaştı. Adeta ağlayacak gibiydi.

-Bu akşam sırası değil; çok yorgunum!

Bilhassa bu ürkekliği beni sevincimden çıldırtıyordu. Fakat behemehal bir şey içmeliydi.

Gözlerinin ricasına rağmen ısrar ettim:

-Bari benim bir kadeh içmeme müsaade edin!

Saçlarını sallayarak cevap verdi:

-Mademki o kadar istiyorsunuz… Fakat az için olmaz mı?… Bir de rakı olmasın. rakının kokusu hoşuma gitmiyor.

Kırk yıllık tanıdığım gibi beni idare etmek istiyordu. Öteden beriden konuşmağa başladık. Garip bir kızdı. Etrafında geçen şeylerden hiç birini kaçırmıyordu.

Bütün gece boyunca kendisinin de Orada kaldığımız müddetçe farkına varmadığı tek bir dikkatten bahsedemedim. Fakat Asıl şaşırtıcı tarafı konuşmasıydı. Söylediğim şeylerin cümlesine Söylediklerimin hepsine en umulmadık cevaplar veriyordu. Basit şeylerdi bunlar; fakat ancak kendi kendisi ile uzun uzadıya meşgul olmuş bir insan söyleyebileceği sözlerdi. ancak onları söyleyebilirdi. Bazan da sözleri erişilemez hissini veren sadeliğiyle sözleri erişilemez hissini veren sadeliğiyle hoşa gidiyordu. Bununla beraber daima çekingen, daima uzak ve dost kalmasını biliyordu. Duruşu, dirseklerini masaya dayayışı, edası son derece tabii idi. Biraz neşelense bütün salonun dikkatini üzerinde toplayabileceğini anladım. Şarap ve mezeler gelince kendisine yarı alay bir daha ısrar ettim:

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1567

111

120

-Şarabınız geldi, siz içmezseniz garip tuhaf olacak…

Yüzüme ‘beni hiç anlamıyorsunuz?…’ der gibi baktı. Bir an nerde ise ağlayacakmış gibi dudaklarının titrediğini sandım fakat öyle olmadı, meterdotelin doldurduğu kadehi benimle beraber kaldırdı.

-Bu yaştaki genç kızlara karşı metodum hafif istihza ile karşılık bir samimiyettir. Genç kızlar kendilerini bizim zannettiğimizden az beğenirler; hayat tecrübelerinin noksan olduğu şuuru onları hiç bırakmaz. İşte bu yarı alay ve bilhassa şakalı konuşma onlarda bu duyguyu besler, kendilerini çolpa ve acemi buldukça size hayran olurlar. Fakat bu konuşma daha ziyade onların kendi hayatları üzerinde olmalıdır. Muhtelif nasihatlar vermeli, küçük dertlerini dinlemeli, mümkünse şaşırtmalı, hatta cesaretlerini kırmalısınız. Burada misafirimle bu metodu takip etmenin imkânı yoktu. Son derece tabii şekilde konuşuyordu ve üstelik kendisine ait hemen hiçbir şey de söylemiyordu. İster istemez konuşma şekli değişmişti. O üstün edayı derhal bırakmaya mecbur oluyordum Bunu kendisi de az çok biliyordu.

-Siz dedim, ilk defa böyle bir yere geldiğinizi söylüyorsunuz… Halbuki duruşunuz o kadar çok rahatsınız ki.

-Bana bakmayın… Ben çok tabii insanımdır.

-Kaç yaşındasınız? diye sordum.

-Yirmi iki…

-Çok güzel olduğunuzu biliyor musunuz?

Yüzüme dikkatle baktı:

-Bilmem, dedi, hiç düşünmedim.

-Kimse söylemedi mi bunu size?

-Hayır… Yani dikkat etmedim.

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1566

113

122

zannettim… fakat gülmedi, birdenbire yüzü durgunlaştı.

-Hâlâ İzmit’te misiniz? dedim

Siz İstanbullu musunuz? diye sordum.

İstanbul’a geleli altı ay oldu

-Altı ay evveline kadar… Şimdi İstanbul’dayız. Annem hastalanınca…

-Geçmiş olsun, dedim, nedir hastalığı?

Dudaklarının ucuyla mırıldandı

-Kanser… dedi, kanser…

-Çok üzüldüm… şimdi nasıl?…

Yüzüme baktı:

-On gün evvel öldü… dedi.

Birdenbire tavan başıma çöker gibi oldu. Bütün o içki ısrarlarım, gözlerime koymak istediğim şeytanî bakış… Yarabbim!

-Niçin bunu daha evvel söylemediniz?

-Lüzumu var mıydı bilmem?

-Ben hiç birini söylemeyecektim ama…

-İlk önce lüzum görmemiştim… Fakat bazen sonra…

-Evet, devam edin

-Evet…

-Ara sıra bakışınız o kadar değişiyor ki. İster istemez… vaziyeti anlattım.

-Beni korumak için olacak, dedim. Teşekkür ederim. Fakat daha iyisi bu oyuna girmemek değil miydi?

Birkaç saniye dans edenleri seyretti:

-Keyfinizi bozmak istemedim… Tali önünüze genç bir kız çıkarmıştı. Onunla iyi bir yerde yemek yemek istiyordunuz? Sizi kendi işlerimle üzmek bir şeye yaramazdı ki…

-Hayır daha evveli söylüyordum…

Gözlerini iyice açarak yüzüme baktı:

-Kızmayın, dedi. Fenalık etmek için yapmadım. Sadece şaşırmıştım. Sonra sizi çok merak ediyordum. Unutmayın ki

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1565

114

122

bu akşam sizi ben çağırdım. Yanımdan görmeden geçip gidecektiniz? Yalvarır gibi konuşuyordu. Bir şeyler anlatmak istediği muhakkaktı.

-Belki de yatacak bir yeriniz vardı? Yani sizi götürebileceğim bir yer…

-Hayır; dedi, hayır, katiyen! Niçin böyle zemmettiniz? Çok fena… Bu taraftaki tanıdıkların hiç birisinin evini bilmiyorum, ben İstanbul’u tanımam. Siz gelmeseydiniz yolcu bekleme salonunda otururdum. Çocukluğumda bir memleketten öbürüne giderken kasaba garlarında gecelediğimiz olurdu. Araba ile sarsıla sarsıla gelirdik; ekseriya tren gecikirdi. Biz bir sıranın üstüne otururduk. Annem, babama, ben anneme dayanır, uyurduk. Sanki çocukluğunun tebessümlerinden biriyle gülümsedi. Fakat sonra uyanması güç olurdu. Öyle üşürdüm ki! Ve hakikaten o gecelerden birinin ayazı bel kemiğinden geçmiş gibi olduğu yerde ürperdi.

Sonra birdenbire lafını kesti.

-Ben çok yorgunum, dedi. İsterseniz gidelim artık. Kalabalık beni yoruyor.

Garsonun tabak değiştirmeğe gelmesi konuşmamızı kesti. Ben hayalimde onu İzmit’te arıyordum. Büyük gözler, ağır kumral saçlar, yumuk, insana derhal dost olan bir çene. –beş sene evvel- o kadar küçük de değildi onu muhakkak tanımam ve hatta çıldırmam lazımdı.

-Bakın size evimizi tarif edeyim. Sizin eve giden yokuşun başındaki kırmızı ev… Fakat ben artık bir şey yiyemeyeceğim. İsterseniz gidelim buradan… ben çok yorgunum!…

O gittikten sonra

Birdenbire fenalaşır gibi oldu.

– Bu kalabalık

– Bu musiki bana dokunuyor… dedi. İsterseniz gidelim artık!. Zaten zaten çok yorgunum çok yorgunum!

Hesabı gördüm. Uzaktan bana (bunu da nerden buldun?) gibi işaret yapan eden bir iki münasebetsizi görmezlikten gelerek

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1564

115

123

salondan çıktık.

Otomobilde sordum:

-Anneniz çok ızdırap çekti mi?…

-Çok… dedi. Fakat son günü garip bir şey oldu. Yahut en son anlarında… Hiç hasta değilmiş gibi birdenbire rahatlaştı. Benimle konuştu. Öyle tuhaf güzel şeyler söyledi ki,

-Nasıl?

-Hava kapalıydı biliyorsunuz, hafif hafif kar yağıyordu. “Güneş açmış olsa ne iyi olurdu?” diye düşündü.. Sonra, ama kar da güzel! dedi.

Yüzüne baktım, gözleri yaşarmıştı. Yapmayın dedim ve çok babaca bir tavırla elimi omuzuna attım.

-“Ağlamayın!” dedim. “Ağlamak bir şeye yaramaz ki… Düşünmeyin onları!”

– Ağlamak için yapmıyorum, dedi fakat hatırlamamak kabil değil!

O dakikada kendisini öpebilirdim ve galiba ses çıkarmazdı. Bir sarsıntı bunun önüne geçti, o köşesine büzüldü; ben taliime küstüm. Hayatımda en az sevdiğim şey teselli vermek etmek, ızdıraba ortak olmaktır. Annesi ölen bir kızın bu gece yarısı sokakta ne işi vardır? Ve ne diye beni bulmuştu? Daha fenası bu drama ister istemez katılmalıydı; fakat ondan da fenası vardı. Kapıcının bu hiç tanımadığı misafirleri ne şekilde kabul edeceğini bilmiyordum. Daha iyisi genç kıza evin asıl sahibi olmadığını izahtı; fakat mesafe son derece kısa idi. Anlatmama imkân yoktu.

Bereket versin kapıyı açık bulduk ve kimseye bir şey söylemeden içeriye girdik. İşte böylece senin öre ona o gece ölümü

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1563

126

Bana cevap vereceği yerde odanın içinde dolaşıyordu. Sonra konsertoyu çalmağa başladı. Birinci ve ikinci haneleri çaldı. Büyük bir dikkatle dinliyordu. Birdenbire birinci ve ikinci haneleri çaldı İkinci kısım biter bitmez makineyi devirdi. “Yeter!” dedi. Sonra birdenbire duv masanın üstünde Nuran’ın büyük fotoğrafını aldı. Evinde gerçekten soğuk bir şey varsa, bu fotoğraftı. İyice baktı:

– Bu evin hanımının değil mi?

– Hayır, dedim. Daha değil. Fakat olacak.

– Güzel kadın, hem çok güzel kadın!

Sonra duvarda İhsan’ın resmini gördü, ona yaklaştı.

– Ne rahat insan, sanki bütün meselelerini halletmiş.

– Öyledir, kitap gibi konuşur ve müthiş can sıkar.

– Belki sizin. Fakat ben tanımak isterdim. Liman gibi emniyetli insan.

Sonra bir köşede Nuran’la sizin beraber bir resminizi buldu.

– Bu da, evin sahibi olacak!

– Öyle… dedim.

– Söylüyor ama, söylediğini bilmiyor.

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1562

119

126

-Ne kadar güzel… tanımak isterdim… dedi. Bu evin insanı mı?

-Hayır, dedim. daha olmadı. Fakat olacak…

Tekrar fotoğraflara baktı. Başını salladı fakat bir şey söylemedi.

O zaman senin fotoğrafını bulup gösterdim.

– Bununla mı? diye parmağıyla sordu.

Garip bir şekilde elleriyle konuşuyordu.

– Evet! dedim; sevişiyorlar…

– Bu adamı ben de sevebilirim… dedi.

O zaman sordum:

– Beni, beni sevebilir misiniz?

Yüzüme ilk defa görüyormuş gibi baktı.

– Hayır, dedi. Sizi sevemezdim.

Sizi de sevmek mümkündür fakat öyle değil… dedi. Sonra ilave etti.

Sizde insanı iten bir taraf var. İnsan İnsan sizin tarafınızdan sürüklenebilir. Fakat beraber yolcu. O dakikada bir şey, tek bir kelime söylemesini ne kadar isterdim; fakat sadece baktı, sonra başını çevirdi.

Siz de çok sevilirsiniz! Fakat içinizde insanı iten bir taraf var. Niçin gözünüzü bu kadar kapadınız?

Hiddetten nerde ise çıldıracaktım.

Bir müddet sustuk. Birdenbire Sonra kendisine sordum.

Mademki bu kadar fena insanım benimle bu evde yalnız kalmaktan korkuyor musunuz?

-Hayır… Niçin korkayım… Benim insanlara emniyetim vardır.

-(gülerek) yapmayın, dedim. İnsanlara o kadar emniyet edilmez bütün fenalıklar onlardan gelmiyor mu?

Hâlâ Mozart’ı dinlerken yüzünü aydınlatan tebessümün tesiri altında idim. Fakat buna rağmen kendisiyle daha mahrem bir şekilde konuşmak, daha mahrem temas noktaları bulmak istiyordum.

-Olsun, dedi. Ben yine emniyet ederim. İnsana emniyet etmeden yaşamamız imkânsızdır. Ben insansız, hele konuşmadan hiç yaşayamam!

-Siz çok mu okursunuz?…

-Hayır, yani tabii bir iki mektep bitirdim ama, çok okumuş sayılmam. Hem belki okuduklarımı söylemiyorum, düşündüklerimi söylüyorum…

-O halde çok düşündünüz.

-Evet çok düşündüm… Daha doğrusu düşünmek fırsatını buldum. Babam öldükten sonra annem birdenbire hastalandı. Hemen hemen bir buçuk sene bu yüzden evde onunla baş başa kaldım ve çok ama çok düşündüm.

-Neleri düşündünüz?..

-Etrafımda geçen şeyleri… İnsanları. Bilmem buna düşünme

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1561

120

127

denir mi? Vakitlerimi Dikkatlerimi birbirine bağlamaya çalıştım.

Gülerek sordum:

Peki İnsan işleri hakkında şimdi fikriniz nedir?

Yüzüme garip garip baktı:

-Bana böyle çocuk muamelesi yapmazsanız etmezseniz söylerim, dedi.

Hayır benim metod onunla yürümüyordu.

-Ben size çocuk muamelesi yapmıyorum etmiyorum

-Yapıyor ediyorsunuz… dedi. Ve arkasından gelecek şeyi de biliyorum.

-Ne kadar çok şey biliyorsunuz siz…

-Yüzüme tereddütsüz baktı.

-Dedim ya, yalnız yaşadım. O kadar çok vaktim vardı ki… Pek doğrusu yalnız da değildim. Annem çok sevilen bir insandı. Küçük bir şehirde bir hasta odası nedir bilir misiniz? Bütün şehir aşağı yukarı oradan geçiyordu. Her şeyi olduğum yerden öğreniyor ve sonra üzerinde düşünüyordum. Dinlediğim bir vakayı hakikaten gözümün önünde geçiyormuş gibi kendi kendime tasavvur ediyordum. Ona bir başlangıç, bir son arıyor, hazırlayıcı tesadüflerini bulmağa çalışıyordum.

-Fena usul değil… Fakat sizin yaşınızda bir kız için…

-Böyle şeylerde yaşın ehemmiyeti var mı bilmem!

-Hep beraber mi kalırdınız?

-Hep beraber… Kimse olmadı mı elimi eline alır, konuşurdu.

-Nelerden bahsederdi?

-Gençliğinden, tanıdığı insanlardan, babamdan, ölen kardeşlerimden, fakat daha ziyade gençliğimden…

-Demek dinlediğiniz şeyler üzerinde konuşmazdınız?

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1576

121

128

-Hayır… annem zaten çoğunu dinlemezdi. Çok tuhaf bir şey işidirse sadece gülerdi. Onları ben dinlerdim.

Ona ve yuvanın divanın üstünde bir yatak hazırladım. Ben sobayı doldurdum. Sonra tekrar salona girdim. O hâlâ yerde idi.

-Size dedim, bir şey daha sormak istiyorum… İnsanoğlunun hakikaten iyi olduğuna inanıyor musunuz?

-Bilmiyorum… dedi. Ben meseleleri böyle düşünmem ki!… Ben daha siyade hülya kurar gibi düşünürüm.

-Hayatı seviyor musunuz?

-Şimdiye kadar seyrettim, hiç bıkmadım.

-Niçin seyrettim diyorsunuz… Kendiniz yaşamadınız mı? Başınızdan bu kadar şey geçti.

-Doğru… ama onlar bana geldiler. ben onlara gitmedim. Bir de isteyip yaşamak var.

-Bu akşam bu evde kalmanız sizin isteğiniz ile oldu…

Yüzü kıpkırmızı kesildi. “Evet”, dedi, “ama sizin anladığınız gibi değil!”

– Şimdi, dedim; ne yapacaksınız? İstikbal hakkında bir projeniz var mı?

– Mümkün olduğu kadar kendim kalmak, az değişmek, mağlup olmamak… Yani hayatın kendisine… Makineye kendimi kaptırmak istemiyorum.

– Bir şey anlamadım… dedim.

– Siz evvelce bu

Bana lüzumundan yaklaşmış olduğunu hissederek ürktü. Gözlerinde garip bir korku vardı.

Sonra yüzünü benden çok uzaklara çevirdi.

Kendimizden, çok manasız, yahut felâketli bir şey yapacağımız zaman içimizi saran o korkulardan.

-Ben yatacağım artık, divanın bir köşesine oturdu büzüldü, siz de gidin, yatın! dedi.

Bir an içimden ona oracıkta sahip olmak düşüncesi tekrar geçti. Bütün gece acaip ruh halleri içinde hep bunu düşünmüş, istemiş, hatta az çok hazırlanmıştım. Fakat bir türlü karar veremiyordum. İçimde o zamana kadar duymadığım cinsten bir azap vardı. Ve bu azap aramızda bir duvar gibi yükseliyordu. Hakikaten ben gideyim mi? diye sordum.

Bıçak gibi keskin ve çok kısa bir an göz göze geldik. yüzünde

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1560

12

129

garip bir korku vardı. belli ki benden ziyade kendisinden korkuyordu: Nihayet bir fısıltı gibi yavaşça

Ben, hâlâ tereddüt ediyordum.

-Evet, gidin, Allah rahatlık versin! dedi.

Ben Salondan çıktım. dışarda onun yerinden kalkmasını, kapıyı arkamdan kitlemesini bekledim. Fakat hiçbir şey yapmadı. Beni yendiğini biliyordu. Ben Senin odana girdim. Işığı yakmadan soyundum ve yattım.

Gözlerimin önünde hep o kendinden korkan yüzü vardı. Ve nedense bu güzel yüzde bu korku bana insanlığın asıl faili gibi görünüyordu. O zamana kadar insan oğlunu, adi, zalim, bazı pratik işlere kabiliyeti olmasına rağmen son derece budala bulmuştum. İlk defa bu gece onun kendi içinde biçare bir talii olduğunu düşünüyordum. ona acıyordum.

İhsan’a benzediğim için pek mahcubum. Fakat ne yapayım?

Biz bir yığın işle meşgulüz Mümtaz. Fakat insanla asla!

Aydaki maymunlar masturbation yapıyorlar mı, yapmıyorlar mı? Belki onu bile düşündük, Merih’te şeftalilerin -varsa eğer- lezzeti hakkında fikir edinmeye çalıştık; fakat insan ne halde? Buna yanaşmadık. İnsan taliinin kötü tarafı -müsaade et, bir kere de ben bunlardan bahsedeyim! Herkesin kendini zaruri olarak kâinatın merkezi bilmesinde, kendinden başkasını bir inşa malzemesi gibi görmesindedirden olsa gerek. Onun için en büyük ve iyi niyetlerin sahipleri bile hayatı yaparken insanı yıkmaktan korkmuyorlar. Fakat bizim dahası var! Her şeyimiz insanla. Varlığımızı yalnız onun üzerinde deneyebiliyor, onunla kendimizi idrak ediyor, onda kendimizi tadıyor, onunla genişliyoruz. Bütün ihtiraslarımız, zaferlerimiz, açlıklarımız, kinlerimiz,

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1597

123

124

133

fakat sonuna doğru, rüyalarım birdenbire değişti. Acaip bir hasret içinde mahpus kaldım. Rüyamı dolduran türküler artık benim kendi türkülerim değildi. Daha uzaklardan çok uzaklardan geliyordu. Bir türlü erişemeyeceğim bir şeyin peşinde imişim gibi mahzundum, hiç tanımadığım yollarda sağa sola doğru koşuyor, ne olduğunu bilmediğim manialarla yolumun kesildiğini görüyordum. ‘Bir daha göremeyeceksin… bir daha göremeyeceksin!…’ diyorlardı. Bu duygu ile uyandım.

Çarçabuk giyindim. Belki henüz uyuyordur endişesiyle ayaklarımın ucuna basarak yürüyordum. Salonun kapısı açıktı ve o yoktu. Açık bıraktığı gramofanda demin çaldığı disk duruyordu. Simsiyah çemberiyle, siyah bir güneş gibi, kendi donuk jelatin parıltısı içinde adeta bir remze benziyordu. Birdenbire böyle beni bırakıp giden genç kıza karşı içimde acayip, bir bağlanış duydum her şeyin üstünde bir bağlanış duydum. O zamana kadar sadece kayıtsızlığın, iğrenmenin ve can sıkıntısının elinde beraberce yaptıkları hayatıma pek yeni bir şey girmişti. Arkasından koşmak istiyordum.

dün akşam dinlediğimiz konsertonun plaklarından biri duruyordu. Rüyanın sonunda beni o kadar mahzun eden hislerin ne olduğunu anlamak için gramofonu işlettim. Mozart’ın hasret akşamı başladı. Dikkatle dinledim. O zaman bir daha anladım ki güzel ve iyi bizim için sadece bir hasrettir. Gramofonu kapattım. Uyandığımdan beri ancak 10 dakika geçmişti. Son rüyalarım ise müziğin telkin ettiği şeyler olduğunu anlamıştım. Şu halde gideli çok olmamıştı. Onu hiç olmazsa boğaz iskelesinde yakalayabilirdim. Derhal yerimden fırladım. Fakat kapıya varıncaya vazgeçtim. Bulup ne yapacaktım. Ötekiler gibi bedbaht ve biçare edecek değil miydim? Başka ne ümit edebilirdim? Bir an düşünce yüklü gözlerinin bana serzenişle bakabileceğini düşündüm. O gözlerin benim yüzümden ağlamasını tasavvur ettim, fakat bunlar ikinci derecede şeylerdi. Asıl mühimi onda her şeyin beni reddetmesiydi. Güzelliği, gençliği, saflığı, hayata ememmiyeti, yaşama aşkı, Onda her şey beni reddetmişti. Güzelliği, gençliği, saflığı, hayata emniyeti, yaşama aşkı,

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1558

4

sı ve ışık oyunu refakat etsin bununla beraber ve içeride de hakiki bir hayvan döğüşü geçsin. Perdenin sonunda bir ses hepsini birden bastırıyor “artık dağılmamız lazım! Birbirimizi anlamamız imkânsız ve hepimiz yorgunuz!” diyor ve perde kapanıyordu. İkinci perde bir saray veya çadırda geçiyordu. Orada Mormotanya İmparatoru maiyetinin, vezirlerinin arasında hasta ve yorgunluktan harap görünecekti. Bütün hayvanlar teker teker oraya mabeynci tarafından içeriye sokulacaklardı. Hükümdar ilk önce onlara kim olduklarını soracak; onlar “iştahanız efendimiz, sevginiz efendimiz, vefanız efendimiz, dostluğunuz efendimiz…” diye cevap verecekler ve sonra “neye geldiniz?” deyince “izin istemiye, daha doğrusu size vedaya geldik!” diyecekler, o zaman hükümdar, “peki, anlattığınıza göre hepiniz bir şeyimsiniz, siz gidince ben ne yaparım?” diye soracaktı. Hayvanların hepsi birden buna “ölürsünüz efendim, ölürsünüz!…” cevabını vereceklerdi. O zaman hükümdar, “demek ölüm bir hayvan ahırının kapısını açmaktan başka bir şey değil, öyle mi?” diyecek ve tam bir sükunet içinde ölecekti. Ben o zamanlar bizi ihtiraslarımızın idare ettiğine kanidim; bir cin gibi, şeytan, geçici veya devamlı bir hastalık gibi bize musallat olan ihtiraslar… Halbuki şimdi bir insanda birkaç kişinin birden vücuduna inanıyorum. Belki piyesi bunun için yazmadım! Halbuki değiştirmesi çok kolaydı. Tabii sen ucuz felsefe diyeceksin, ve bana güleceksin. Doğru, ben de biliyorum ki maarifet ölmek değil, yaşamak, hayata katlanmak, ne kadar fırtınalı havada olursa olsun gemiyi limana kadar götürmek, orada bir şamandıraya, bir iskeleye bağlamaktır.

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1573

1

iskele çivisine bağlamaktır. Romancılar ayrı ayrı insanlarla hayat kumaşını dokumağa çalışıyorlar. Fakat insan nedir ve hakikaten bir insan var mıdır? Ve hakikaten bir tek olan insan var mıdır? Bunu hiç düşünmüyorlar. Düşünmedikleri için de fikirle insanı karıştırıyorlar. Halbuki asıl kumaş içimizde dokunuyor. Mesela al beni. Ben kaç kişiyim zannediyorsun! ölüme en fazla yakın bulunduğum şu dakikada bile içimde kaç his duygu birden çarpışıyor; hisleri bırak, zihnim kaç şeyi birden düşünüyor. Bir taraftan senin beni tepemde yüz mumluk bir lamba ile holdesalonun lambasını hole taşıyorum!– asılı gördüğün zamanki halini düşünüp gülmek istiyorum; öbür tarafta Nuran’ın seninle Fatma arasındaki çarpınışını düşünüyorum. İçim eziliyor. Karımın bu kadar kepaze şekilde ölümümü işitince koparacağı kıyameti düşünüyorum; adeta bu işten tiksiniyorum. Karımı sen tanırsın, o hayatta anlatacak bir kederi olunca kendisini bulanlardandır. Birdenbire ne kadar değişir, el yüz her şey tazelenir. Hiçbir hatibe nasip olmayan bir talakatla söz, işaret, feryat, sızlanma birbirine karışır. “Ah kardeşim, -bir el işareti- başıma gelenleri bilmezsin? -muzdarip bir bakış-, düşün bir kere biçareyi… -mendili arama- iki çocukla kaldım; -beş damla göz yaşı ve burun çekmeler- daha evlendimizden onbir sene olmadan… evet bütün bunlara fırsat vermemeliydim diyorum. Nihayet İhsan’ı düşünüyorum onun hiç bir kimsenin itiraz edemeyeyeceği bir cümle ile bu işin mukadder oluşunu anlatmasını düşünüyorum. Evet itiraz kabul etmemesiyle gülünç, kat’î, [?] yeni çıkmış birkaç cümle. Mesela şu cinsten bir cümle! “İntibaksız adamdı biçare… o kadar havada insan yaşayamayız ki …” hayır olmadı, İhsan kolaylıkla taklit edilmiyor. “Suat bir tezadlar yığınıydı. Bir tarafta korkunç bir

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1554

2

Sansualizm, öbür tarafta zalim, en zalim zulüm haline gelmiş bir günah duygusu…” Fakat İhsan taklit edilmiyor. Sakın bunları söyledim diye İhsan’ı sevmediğimi sanma! O büyük adamdır Suat. Hem çok büyük adam. Yalınız bir tek kabahatı var; kitap gibi konuşuyor. Hatta kitap gibi düşünüyor, ne dehşetli şey değil mi? Kitap gibi düşünmek! Yani tecrit ve tasnif ederek, varılacak yeri bilerek… Ben bir labirentte dolaşır gibi konuşurum. Sen bir saat rakkası gibi iki haddin arasında gidersin. O ise daima terkibin peşinde. Düşüncesinin ışığında ve düşüncesinin yolunda muayyen hedefe doğru yürür gibi konuşur. Fakat asıl meseleye gelelim. Bu düşündüklerimi de bir tarafa bırak! Şahsiyetimizi düşün! Bu zavallı dostunda kaç türlü insan var tasavvur edersin? Suat Bey, Dinsiz ve münkir, mistik, şaşırtmaktan hoşlanan adam, hissî insan, maskara, ciddî iş adamı, rate aktör, hiç olmazsa dış tarafı kurtarmaya çalışan aile reisi, sinik çapkın… Daha sayayım mı Mümtaz?

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1598

126

128

135

güzeli sevebilirdim. Fakat Allahı içimde bulamıyordum. Allahı öldürdün, onun için ya açlıktan öleceksin, yahut o olmadı mı teninde boğulacaksın’ Aramızdan ne kadar erken gitmişti. Hürriyetin ahlakını yapmadan hür olmak ne hazindi. Bilmek bu yalınızlığın yanında kaç para ederdi. Bu kadar esaslı bir şeye muhtaç olmamak için o şeyin kendisi olmak lazımdı. Halbuki bugünkü hüviyetimizle, bu acaip ruhumuzla, bu tezat dünyamızla biz kendimiz Allah olmaktan ne kadar uzağız. Beni böyle kendisine tapacak Allah arayan bir insan görmekle ne kadar şaşacaksın! Düşünürsen bundan tabii şey bulamazsın.

Düşüncelerimiz hayatımıza o kadar sıkı bağlı ki… tezat içinde yaşıyan tezatlarla düşünür. evet o gün akşama kadar senin divanın bir köşesinde tam onun ayaklarını uzattığı yerde oturdum ve Allah’ı aradım. Ona ne kadar muhtaçtım!… Kendisi için mi? belki mevut ve müstakbel hazlara doğru rahatça gidebilmek için, belki fakat niçin olursa olsun, aradım Mümtaz. Ona muhtaçtım. Beni buraya hayatımın tezadı getirmişti. Bir taraftan küçük zevklerinin adamı olacaksın, öbür taraftan Mozart’ı güzeli ve büyüğü seveceksin! güzeli kabul edeceksin! bu kabil değildir! O genç Er geç makine bir yerde durur! Onun için asrımızın ihtilalcileri değiştirmek istiyenler, aileden, şundan, bundan evvel güzele vuruyorlar, onu yıkmağa çalışıyorlar. Onlar makinenin nasıl bir bütün olduğunu biliyorlar. Yeni insan mı arıyorsun? Eskiden hiçbir şey bırakma! diyorlar. Fikir doğru, fakat tatbiki kabil değil. Çünkü makine sadece bir bütün değil, zaruri ve mantıki de… hepsi birbirini doğruuyor. Bütün kapılar aynı noktaya çıkıyor.

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1575

128

137

lıydınız. Hepiniz mes’uttunuz, sen aşkta bütün bir dünyayı bulduğunu sanıyordun. ihsan vazife duygusunda insanlığını idrak ediyordu. Nuran kendi zaaflarının yarattığı trajedide mesuttu. Herkes bir şeyi seviyordu ve mesuttu. Belki yalan söylüyordunuz, belki olduğunuzdan çok başka türlü idiniz ve ahmaklık zannettiğim gibi tek kabahatiniz değildi. Fakat mesuttunuz. Hatta masumdunuz. Hakiki bir cürüm işleseniz bile yine masumdunuz. Çünkü hayatı seviyordunuz. En büyük cürüm, en büyük günah hayatı sevmemektir. Kendinizi aldatsanız bile içinizde saf bir taraf vardı. Ben bunu kendimde öldürmüştüm. Bunu ötedenberi biliyor ve sizi kıskanıyordum. Sizi yani herkesi. Nuran’ın peşine düşüşüm bundandı; sana kinim bundandı. Fakat bu akşam sizden başka türlü nefret ediyorum. O kadar fena bir şekilde yıkılmama alet oldunuz ki. Evet akşama kadar evde oturdum. Akşam üstü kendi kendime ve “bu böyle devam etmez…” diyerek yerimden fırladım. Daha dün gecedenberi her şeyin çok derin şekilde bozulduğunu, bir türlü düzelemiyeceğini duymuştum. Fakat şimdi bu müphem his katileşmişti. Kendi kendime “bir dakika daha, bir dakika daha bu mel’un evde kalırsam her şey bitecek…” diyordum. Fakat evden çıkacak yerde başka şeyler düşünüyordum. Bütün bunlara sebep de sizdiniz. Gözümün önünde utanmadan teşhir ettiğiniz şeylerdi.

O zaman hepinizden birden intikam almak istedim. Üç gündenberi aradığım fikri bulmuştum. Anahtar vazifesini yapmıştı. Kendimi hole asmağa karar verdim. Muhakemem çok kısa sürdü. Cürmüm on altı yaşında gördüğüm bir rüya idi. On altı yaşında iken bir gece rüyamda babamın tabancası ile uyanıyordum, önümde

Hem kadın insiyaklarını, hem

Üç gün Bununla beraber o akşam sokağa çıktım. Bir yere bir şeyler içtim. Mümkün mertebe evden ayrılmak istiyordum. Sonra vapur iskelesine gittim. Karımla ayrılmak için dava açmıştım; şimdi gidip barışacaktım. Fakat onun yüzüğü, çocukları, o kadar senenin aramıza yığdığı sefaleti, düşününce vazgeçtim. Birbirimizle ne kadar geniş mesafeler vaat ederek tanışırız; ve nasıl birbirimizin zindanı oluruz! Hatta sevinçlerine bile tahammül edemeyeceğimi anladım. O baş sallamalarını, sevinç çığlıklarını gördükçe düşündükçe içim bulanıyordu. Hayır, eve dönmeyecektim; eski hayatım benim için kapanmıştı. Çıktım, Tepebaşı’na geldim. Her zaman uğradığım yerlerde dolaştım. Küçük bir kadın Nafile…O zaman düşüncem tekrar genç kıza döndü. Yolda bir tanıdığa rastladım; onunla evvela bir lokantaya, sonra bir otele gittik… Fakat kadını Niyetim bir otelde yatmaktı; fakat onun Niyetim o geceyi bir otelde geçirmekti. Fakat genç kızın düşüncesi beni bırakma sizin eve doğru çekti. Orada divanın üstünde o geceyi ve ertesi geceyi geçirdim… Şimdi nispeten sakinim. Anahtar vazifesini yaptı. Üç gün kendime mühlet vermiştim. Bu akşam oturdum; sana bu mektubu yazıyorum. Eski makine beni yıktı. Teşebbüse tekrar girenler sisteme eskinin hiçbir artığını almasınlar!

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 22 Sıra no: 1274

Yani başınızda her şeyinizi söyleyecek, bütün kirinizi ve zillet ve çamurunuzu sade bir ilticanızla temizleyecek bir varlığın bulunması kadar büyük bir kuvvet var mıdır? Fakat ben inanmıyordum.

İnanmadığım için hayatımın yükünü olduğu gibi sırtımda taşıyacaktım. Kaldı ki bu sabah saatinde onu vehmettiğim gibi değil, olduğu gibi görüyordum.

Bir yığın inkârın getirdiği bu üstünlüğü birdenbire kaybetmiştim. Bundan sonrasını bilmem söylemeye lüzum var mı?

Size çok haşin, sade istihza ve kinle dolu bir mektup da bırakabilirdim. Fakat her şeyi olduğu gibi anlatmağı tercih ettim.

Bugün akşama kadar evden çıkmadım. Bir hadise, holden dışarıya atacağım tek bir adım beni kurtarabilirdi; bunu biliyordum. Fakat neden kurtaracaktı. Ben, şimdi Hayatın mantıksızlığını bu kadar yakından gördükten sonra ölümü geciktirmek neye yarardı?

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1569

120

130

138

büyük bir billur kâse gibi bir şey vardı. Birdenbire tabancayı ona doğru çektim, kâse tuz buz oldu. O zaman arkamdan birisi ‘bana ne yaptın? ne yaptın?’ diye bağırdı. Güneşi öldürdün…’ diye haykırdı. Birden etraf karanlık kesildi ve ben ağlayarak uyandım. Cinayet cinayettir Mümtaz! Belki

Sana bu üç gecenin kâbuslarını, çılgın rüyalarını anlatacak değilim! Ne de düşündüklerimi! Sadece söyleyeyim ki insanoğlu gülünç (?)..
Sadece size karşı içimdeki düşmanlıktan bir daha bahsetmek isterim. Bunda sizin kabahatiniz tabii yok! Hiç kimse kimseyi kendisine kader etmemelidir. Ben sizinle o kadar uğraştım ki…

Acaba irademizden müstakil bir kader var mı, dersin Mümtaz? Yoksa ölümümüzün sırrını, beraberimizde taşıyarak mı doğuyoruz? O zaman anneleri teselli etmek kabil olmayacak gibi geliyor. Çocuğuyla beraber onun öleceğini şeyi de beraber doğuran bir anne… Şurası muhakkak ki,

anahtarı bulamazsam, belki o genç kıza rastgelmesem, hatta belki şu dakikada şu evden kaçabilsem bütün bunlar olmazdı. Fakat işte kaçamıyorum…

Mektubun sonuna geliyorum. Yarın öbürü gün eve döndüğümüz zaman, daha ziyade sizin beni bu halde görmenizi istiyorum – bir ipte sallanan bir adamla karşılaşacaksın! belki Nuran beraberinde olacak! sizi hakkımdaki düşüncelerinizde tamamiyle serbest bırakıyorum. İster bana acıyın ister deli deyin!…

Fakat (?) Fakat daha iyisi var, beni anlamaya çalışınız. Bunu galiba İhsan yapacak. Fakat kim bilir ne kadar tatsız şekilde…Yazık ki insanın ufku insan… Halbuki sadece Allah olmalıydı. Her ne ise… Ben şimdi ayda veya herhangi bir yıldızda aziz dünyanızın felâketlerini seyre gidiyorum. Yahut da değişmenin çemberinde gülüncün [?] yeni perdesini hazırlatacağım! Hakikat şu ki makaraya bir kere takmamak lazımdı. Hoşçakalın.

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 22 Sıra no: 1312

Akşama doğru evden çıktım. Beyoğlu’nda bildiğin yerlerde dolaştım. Efle, Tn Bny (?).

Bilmem bundan sonra seni düşünmeğe lüz yazmağa lüzum var mı? Dışarda kar yağıyor. Pencerelerde rüzgâr var. Ben artık sobayı yakmaktan vazgeçtim. Bu acayip oyunu bitirmek istiyorum.

Size hiç de hoşunuza gitmeyecek bir sürpriz hazırlıyorum. Buna hakkım olmadığını biliyorum. Fakat bu evi terk ettiğim andan itibaren tekrar makinenin içine düşeceğimi de biliyorum. Onun için hakkımda ne düşünürseniz düşünün! Temenni ederim ki eve Nuran’la beraber gelmezsiniz. Onda bu hikâyemle bir hayali yıktığımdan çok müteessirim. Kendisini sevdiğimi sanıyordu. Emin olun ki hiç kimseyi sevmiyorum. Kabil olsa idi insanlığın kendini severdim. severdim. Fakat senin dediğin gibi kudretleri için değil, mahkûm talihi için.

Hoşçakalın.

EK:

 

AÇIKLAMA:

Aşağıdaki üç sayfa (numara: 1771, 1570, 581), Mümtaz’ın üst kat komşusu Macar kürkçü Şandor (Herbert) ile ilgilidir. Suat mektubunun bir yerinde, Mümtaz’ın komşusu Herbert’ten ve onunla ilişkisi olan Helmine’den de söz etmektedir. Helmine, Huzur romanıda Boyacıköy’deki kahveci çırağının sevgilisi Anahit’tir. 1771 ve 1570 numaralı sayfalar daha önce arşivdeki numaralanma düzenine göre “Suat’ın Mektubu” içinde yayımlanmıştı. Ancak 581. sayfayla birlikte bunların başka bir metnin parçaları olabileceği düşünülebilir. Bu sayfaların Huzur’un müsveddeleri olması da muhtemeldir. Arşiv taramalarından çıkan yeni sayfalara göre ileride bu konuda daha ayrıntılı bilgilere ulaşılabilecektir.

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1571

78

          İhtiyar adamı birkaç aydan beri eve girip çıkarken görüyordu. Son derece çekingen, nazik, iyi kalbi yüzünden okunan bir adamdı insandı bu. Parlak ve kalın canlı gözlüklerinin altından etrafına bütün dünya ile dost olmaya hazır, döğülmüş hayvanla, kanatlarını başkalarına yardım için rehine vermiş bir melek hüznüyle bakan insanlardandı. Ne olduğu kestirilmiş Aslı bir türlü anlaşılmayan bir hastalıkla sararmış yüzünde eski fil dişlerinin sarılığı vardı. Başı çıplaktı. Fakat alnının tam ortasından sarkan bir tutam beyaz saç, bu iyi yıkanmış, temiz, sarı, ve çizgisiz denecek kadar tombul çehreye mitolojik bir hayvan, daha doğrusu karışık tekniklerin kim bilir kaç imkânsız hatırlamanın çenberinden geçerek hiçbir mazbut ikonografiye sığmayan bir fantezi ile yarattığı o halk sanatı mahsullerine benzetiyordu. Fakat Mümtaz ona daha yakından dikkat edince bu çok düz ve kaçıcı düzgün çehrede çok daha esaslı ve bariz çizgiler, bir nevi sınıf ve terbiyenin derin izlerine benzeyen haller gördü. Herbert de hüviyetinin dalgınlığı altında bir papas ve din adamı hali vardı. Bu adeta uzviyetle doğmuş bir şeydi. Yumuşaklığı, sükunu, iyiliği uzviyete işlemiş bu terbiyeden gelir gibiydi. Ve daha garibi bütün bunları ihtiyar ustanın adeta büyük cehidlerle muhafazaya çalışıyor hissini bırakmasıydı. Netekim papas olarak yetiştiğini, fakat Bellakon isyanı sıralarında bir kadın yüzünden mesleğini bıraktığını, kadının ihanetini ve biraz da karışık aile işleri yüzünden memleketinden kaçıp buraya geldiğini öğrendi. Herbert İstanbul’a geldikten sonra kürkçülük öğrenmişti. Fakat iyice sahip olduğu mesleğin yanında bir de musiki aşkı vardı. Hemen hemen kendi kendine öğrendiği

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 25 Sıra no: 1570

-79-

kemanını Mümtaz birkaç defa dinlemişti.

-Efendim… ben yakında gideceğim Amerika… buldum orada bir iş, var…

Garip bir melankoli içinde korka korka konuşuyordu.

-bilirsiniz ben efendim, yaşadım hep yalınız… ne çocuk var, ne kadın… Ama İstanbul’u çok seviyor. Şandor’un Hebert’in dilinde “efendim! kelimesi pasaportlardaki ayırıcı çehre alametlerine benziyordu… Tanidım burada bir kız… Çok iyi bir kadın… ama vermiyorlar, rahat efendim… onun için gideceğim Amerika… onunla beraber.. işlerini likide tasfiye etmişti. pasaport muamelesini bitirmiş bulunuyordu. Üç gün içinde İstanbul’dan uzaklaşacaktı.

  • Var burada çok dost, orası yabancı… ama benim kadın…

Üst üste birkaç kadeh daha içti. Güzelliklerinin buğulanmış camını sildi. Mümtaz bu miyop gözlerine sanki kendi iç alemine çevrilmiş bebeklerindeki hüznü iyiden iyiye seyretti. Siz seviyor, musiki… dün akşam çaldınız efendim.

 

İ. Ü. Türkiyat Ensitüsü, Tanpınar Arşivi Kutu: 1 Dosya: 9 Sıra no: 581

Sa Bugüne, bu âna ait bir lezzetmiş gibi insan zihnine yayan ve etrafa yayan şaraplar küçük meyhanenin havasında kendi saatleriyle canlandılar. Sonra

– Ben yaptım ço kendime çok fenalık… Hayat hikâyesi basitti. Kendini zorla ayakta tutan ve bütün nimetlerini hemen hemen kafalardaki son prestijlerini muhafaza için sarf eden bir bir asil ailenin çocuğu idi. On beş yaşına doğru birdenbire dinî bir buhran geçirmiş ve rah papaz olmak istemişti. Tam Fakat tenevvürünü tam yerine getireceği senelerde birdenbire manastırdan kaçmıştı. Buna sebep bir kadın yüzünden kaçmış, ailesinin rızası olmadan onunla evlenmişti. Sonra harp gelmiş, askere gitmişti. Harbin ikinci senesinde kadın bir ecnebi diplomatla tanışarak onu bırakmıştı. Fakat Şandor dönüşten sonra dahi hiçbir izlerini bulamamıştı. Şandor için ilk sulh senelerinin ağırlığı kadının hatırasıyla giderken ev beraber yaşadıkları evin kapıcısına emanet ettiği bir yaşındaki çocukla ağırlaşmıştı. Adam iki senelik esirliğinden memleketine döndüğü gün kapıcının odasında bir köşede kirli elbiseler arasında seril sefil titreşen bir erkek çocuğu görmüş, onunla yersiz yur ona bu senin oğlun! demişlerdi. Onu babasının evine götürmüştü. Fakat bu eski ev onu bir türlü istediği içine almıyordu. Birkaç ay etrafındaki bütün muhabbete rağmen orada bir muhacir kuş gibi yaşamıştı. Nihayet dayanamamış iş aramak için Peşte’ye gelmiş ve bir yol kazasında çocuk hemen hemen kendi kucağında ölmüştü orada çocuğunu belki biraz da isteyerek kaybetmişti.

– İstiyordum efendim… O zaman hür olmak…

Şandor hürriyetini fazla aradığı için ka ondan ilelebet mahrum olan biçarelerdendi. Onu dinde, ağır ilahi ve dualarda, riyazet saatlerinde aramış, kaba ve tükenme hissiyle lezzetli bir sansualitede, şimdi bu küçük çocuğun aya hatırası ayaklarına dolaşıyordu.

Fakat hayır, bu da değildi. Talih bu adamı Mümtaz’ın karşısına çözülmez bir bilmece gibi çıkarmağa karar vermişti. Mümtaz bu hikâyenin birçok yerlerinin doğru olduğunu biliyor, fakat Şandor’un nerelerini değiştirdiğini kestiremiyordu. Şandor’un bir papaz terbiyesi geçirdiği muhakkaktı. O asırlık şahsiyeti silmekle işe başlayan terbiyenin izleri üzerinde vardı. Hatta daima ilikli pardösüsü ile onu, şefkat ve teslime hazır çehresiyle onu yolda ilk gören bunu düşünebilirdi. Şandor’un hayatının bir gramofon zembereği gibi birdenbire bir yerde kırıldığı da muhakkaktı. Bu boğuk ve iniltili ses, yapıştırma bir hayatın arasından, onun ıstıraplarıyla gelebilirdi. Fakat gerisi… Mümtaz gerisinin sadece bir roman olduğunu, belki de itiraf edilmiş bir zulüm ve itisaf arzusuyla Şandor’un bunu uydurduğunu zannederek korktu. Kim bilir de belki de yaptığı iş muhayyilesinde değişmiş, bu manzarayı almıştı. O zaman… Belki de bu bir hazırlıktı.

Meyhaneden çıktıkları zaman saat bir buçuğu geçiyordu. İhtiyar adam garip bir çekinlikle evin önüne kadar onunla konuşmadı. Kapıda her zaman yaptığı gibi Mümtaz’a yol vardı verdi. Mümtaz arkasında hayatının bütün ağırlığıyla ihtiyar işçi kendi katına kadar çıktı. Orada ayrıldılar:

– Allah rahatlık versin efendim… Ve Mümtaz kapattığı kapının arkasından onun merdivenlere çıkışını dinledi. Ayak sesleri bir türlü hayalinden gitmeyen parmaklarının ucu küt ve toktu. Bir yığın