Tefrikadan Kitaba Huzur

 

Handan İnci

I

Huzur’u defalarca okuyanlar bilirler. O âdeta mazmunlaşmış Tanpınar’ın kelimelerinin zengin çağrışımlarıyla genişleyen büyüleyici cümleler, bir yandan her okuyuşta sanki ezberlenmiş gibi tanıdık gelirken, bir yandan da nasıl olup da gözden kaçırdığımızı şaşkınlıkla fark ettiğimiz nice ayrıntı taşırlar içlerinde. Sadece bu yönüyle bile Huzur hep yenidir ve hep bir daha okuma ihtiyacı bırakarak sona erer. Huzur’un okurda olağanüstü tadlar yaratan bu yoğun ve etkileyici anlatım gücüne ulaşması kolay olmamış, Tanpınar bunun için romanını âdeta yeniden kaleme almıştır.

Çok sevdiği Valéry gibi, sanatın mükemmelliğe ulaşmak için tekrar tekrar işleme işi olduğuna inanan Tanpınar’ın, 1948’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildikten bir yıl sonra kitaplaştırırken, Huzur üzerinde bazı değişiklikler yaptığını biliyordum. Metinlerini her yayımda yeniden ele alıp işleyen Tanpınar’ın bu yazarlık bilinciyle Huzur’a neler kattığı uzun süredir cevabını bulmak istediğim bir soruydu. Nihayet 1999 sonbaharında, benim gibi bir Tanpınar tutkunu olan Yücel Demirel’le birlikte işe giriştik ve sırf merakımızı gidermek amacıyla, tefrika ile kitaplaşmış Huzur’u karşılıklı olarak okumaya başladık. Daha ilk sayfalardan itibaren Tanpınar’ın romanını kitaplaştırırken çok önemli değişiklikler yaptığı, ilerledikçe de yapıyı adeta yeniden kurduğu, yeni bölümler ve kişiler eklediği görülüyordu. Tabii bizi asıl heyecanlandıran nokta, Tanpınar’ın tefrika metinden kitaba aktarmadığı bölümlerdi. Böylece Tanpınar’ın kaleminden çıkmış ve hiç bilmediğimiz satırları okumanın keyfini çıkardık.

Huzur’un yayımlanışının 50. yılı için bir şeyler yapmayı düşündüğümüzde, aklımıza ilk olarak tefrikada kalmış bölümleri  bütün Huzur-severlere ulaştıracağımız bir yazı hazırlamak geldi. Bu sırada, Tanpınar’ın varislerinden yayım haklarını aldıklarını söyleyen YKY, Huzur için yaptığımız okumaları kendi baskılarında değerlendirmemizi teklif etti. Böylece hem tefrikadan kitaba aktarılmayan bölümleri gösterdiğimiz, hem de kitaplaşma aşamasında oluşan bazı hataları tamir ettiğimiz, atlanmış cümleleri eklediğimiz bir çalışmaya yöneldik ve sonuçta Huzur’un 50. yılı için yepyeni bir baskı hazırladık.

Aşağıda okuyacağınız yazı ve tefrika farklarının listesi, Huzur‘un 2000 yılında yapılan YKY baskısında yayımlanmıştır:

II

Huzur’u kitaplaştırma sürecinde Tanpınar’ın tefrika edilen metin üzerinde yaptığı değişiklikleri dört ana başlık altında toplayabiliriz: Yapı, zaman, roman kişileri ve dil.

  1. Romanın Yapısındaki Değişiklikler

İlk baskısı 1949 yılında  Remzi Kitabevi tarafından yapılan Huzur, (sonraki baskıları: 1972, Tercüman 1001 Temel Eser; 1982, Dergâh Yayınları) “İhsan, Nuran, Suad ve Mümtaz” alt başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşur. Tefrika edilmiş şeklinde ise başlık taşımayan üç bölüm görüyoruz. Tefrikadaki üç bölüm ile kitapta bu bölümlere karşılık gelen 1. 2. ve 4. bölümler iç yapı itibariyle hemen hemen aynıdır. “Suad” alt başlığı taşıyan 3. bölüm ise sonradan yazılarak kitaba eklenmiştir.

Birinci Bölüm:

Roman her iki şeklinde de Mümtaz’ın, İhsan’ın hastalığından duyduğu üzüntü ve endişe ile başlar. İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasına bir gün vardır. Mümtaz üç günden beridir İhsan için bir hastabakıcı aramaktadır. Romanın başladığı günün sabahı aynı amaçla evden çıkar. Öğleden sonra da İhsan’ın annesinin sahibi olduğu dükkânın kiracısına gidecek, kira işlerini konuşacaktır. Tefrika ile kitap, Mümtaz’ın kiracıyı görmek için Laleli – Eminönü arasında yaptığı yürüyüşe kadar ufak tefek bazı cümle, kelime değişiklikleri olmakla birlikte paralel gider.

Kitapta Tanpınar’ın bu bölümde yaptığı en önemli değişiklik, Mümtaz’ın Çadırcılariçi’ndeki eskicide tıpkı kendisi gibi bir “hayalet gemi” halinde dolaşan Behçet Bey’e rastlamasıdır. Tanpınar, böylece Huzur’u, tefrika edilirken yarım kalan ilk romanı Mahur Beste’ye bağlar ve daha sonra kaleme alacağı Sahnenin Dışındakiler ile birlikte bir üçleme haline getirir. Kendisi de bir aşk artığı olan, sevdiği kadın tarafından terk edilen ve ömrünü bir aşka adayan Behçet Bey’in romana bu şekilde ilavesi, Mümtaz’ın macerasına yaptığı göndermeyle anlatımı kuvvetlendirir. Bu eklemenin bir diğer etkisi sonraki bölümde anneannesi Nurhayat Hanım dolayısıyla Nuran’da da görülecektir. Behçet Bey’in hayatında o kadar talihsiz bir rol oynayan “Mahur Beste”yi Nuran’ın dedesi Tevfik Bey, kendisini bir başka erkek için terk eden çok sevdiği karısının ardından bestelemiştir. Nuran, “aşkı yaşamanın tam şekli” olarak kabul eden ve ıstırap çekmek pahasına ondan kaçmamak gerektiğini savunan büyükannesinin kanını “tehlikeli bir miras gibi” yıllarca kendinde gezdirmiş ve Mümtaz’a rastlayıncaya kadar onu inkâra çalışmıştır. Mümtaz’a gittiği ilk gün, hayatını anneannesininki gibi yakmaktan, etrafına zarar vermekten çekinen Nuran’ın kehaneti “Mahur Beste”nin kurbanları Behçet Bey ile Mümtaz’ın bu karşılaşmasında gerçekleşmiş gibidir.

Bölüm her iki şeklinde de kiracıyla konuştuktan sonra Mümtaz’ın Eminönü’nde İclâl ile Muazzez’e rastlaması ve onlardan Nuran’ın eski eşi Fâhir’le barıştığını, ertesi gün birlikte İzmir’e gideceklerini öğrenmesiyle biter.

İkinci Bölüm:

Kitapta “Nuran” başlığı taşıyan ve Mümtaz-Nuran aşkının geriye dönüşle anlatıldığı bu bölümde, Tanpınar önemli değişiklikler yapmıştır. Bunlardan en dikkate değer iki tanesi, Ada’daki üç yemek sahnesinin kitaba eklenmesi ile Ada dönüşünde Nuran’ın Mümtaz’a dair duygu ve düşüncelerini yorumladığı uzun bir iç konuşmanın tefrika metinden çıkarılmasıdır.

Tefrikada, Mümtaz vapur Ada’ya yanaşır yanaşmaz Nuran’dan ayrılır. O geceyi bir arkadaşının evinde geçirir. Ertesi akşam vapuruyla İstanbul’a dönerken Nuran’ı tek başına ve üzgün görünce meraklanır, ancak “genç adam çok sonra, Nuran’la iyice tanıştıktan sonra” bir akşam evvel olan biteni öğrenecektir. Buna göre Nuran kızıyla Ada’da dolaşmaya çıktığı sırada, yeni ayrıldığı eşi Fâhir’i sevgilisi Emma ile görmüş, Fâhir Emma’dan çekinerek kızı Sevim’e (Fatma) soğuk davranınca Nuran çok üzülen kızını oradan apar topar uzaklaştırmıştır.

Kitapta ise Mümtaz vapur boşalırken iskelenin bir kenarında Nuran’ı biraz daha görebilmek için bekler ve Fâhir’le Emma’nın yol açtığı krize bizzat şahit olur. Daha sonra bir meyhanede İhsan, Suad ve okul arkadaşlarından bir grupla buluşur. Bütün günü fikir tartışmalarıyla geçirdikten sonra geceyi Ressam Cemil’den dinledikleri ney faslıyla kapatırlar. Aynı gece Fahir’le Emma, ilişkilerini iç hesaplaşmalarla tarttıkları baş başa bir yemek yerler. Sabih ve Adile ise, Sabih’in teyzesi Sabriye Hanım’ın evine gider; Mümtaz’a tutkun Muazzez ile Nuran’a ilgi duyan dayısının oğlu Yaşar’la aynı sofrada buluşurlar.

Ertesi akşam dönüş yolunda bir araya gelen Mümtaz’la Nuran’ın arasında geçen konuşmalar kitapta bazı eklemelerle geliştirilmiştir. Bunlar içinde özellikle Nuran’ın aile geçmişinden ve ona bağlı olarak “Mahur Besteden söz açılması, başlayacak aşkın belki de kaderini hissettirmesi açısından önemlidir. “Mahur Beste“, tıpkı Atiye – Dr. Refik aşkında olduğu gibi Nuran – Mümtaz aşkında da etkili bir rol oynar. Mümtaz’ın ricası üzerine Nuran, ilk defa bu vapur yolculuğunda ailede uğursuz telakki edilen besteyi söyler. Bu bölümün en önemli değişikliği, Tanpınar’ın nedense kitaba almadığı, Nuran ve Mümtaz’ın iç konuşmalarıdır. Tefrikada Nuran, uzun uzun Mümtaz’ın kendisinde yarattığı yoğun etkiyi çözümlemeye ve geçmişte yaşadıklarını sorgulamaya çalışır. Burada gördüğümüz Nuran, kitaptakinin aksine oldukça konuşkan ve dikkati kendi üzerinde tıpkı Mümtaz gibi derinleşmiş bir kadındır. (t.30)

Bölümün bir başka önemli değişikliği, Huzur’u yine Mahur Beste romanına bağlama ihtiyacıyla yapılmıştır. Bu ilave sayfalarda, Mümtaz’ın ilk buluşmasına gidişinden önceki üç gün içinde genç kadının yaşadığı tereddüt ve bunalımlar anlatılır. Nuran, aşkı hayatlarının tek anlamı yapan büyükannesi Nurhayat Hanım ve büyükdedesi Talat Bey’in kanında tutuşturduğu sesle Mümtaz’a koşmak isterken, baba tarafından gelen kabul ve baş eğişle de görevlerini ve ailesini hatırlamaktadır. Kitapta uzun bir bölümle anlatılan bu çatışma, tefrikada aile meseleleri karıştırılmaksızın kısa bir annelik sorumluluğu ile geçiştirilmiştir. (t.239)

Bu ilk günlerden sonra, ilişkilerini alenileştirmek isteyen Mümtaz ile Nuran, sık sık ortak çevrelerinde birlikte görünmeye çalışırlar. Bunların sayısı ve düzeni de tefrika ile kitap arasında farklılık gösterir.

Kitapta birlikte katıldıkları ilk yemek Adile Hanım’ın Taksim’deki evinde gerçekleşir. Tefrikada ise, bundan önce, kitaba alınmayan bir Boğaz gezisi ve çay daveti vardır.

Mümtaz’ın kendi sandalıyla düzenlediği bu geziye birkaç misafirle birlikte Muazzez, ağabeyi ve İclâl katılmıştır. Yazar bu gezide Mümtaz’ın zirvesini yaşadığı aşk mutluluğuyla, ona son verecek engelin ciddiyetine birlikte işaret etmesi önemlidir: Mümtaz’ın içinde “bir daha kendisini bırakmayan garip bir saadet hissi vardı. Bütün yaz bu his ona, saadetlerinin bu tek mevsiminde ölmeyi gizli gizli temenni ettirdi. Bir ömür, zirvesinde her şeyin bir ziya çağlayanı gibi kaynaştığı o tek noktada unsurlar ve kaderin irademize bağlı olduğu vehmini verecek kadar bizimle yürüdüğü anda bitmeliydi.” (t.40) Oysa aynı anda Nuran, “…içinde, Mümtaz’ın o hiçbir kuvvetin zorlayamayacağına inandığı iç kalede bu evlenmenin hiçbir zaman olamayacağını sanıyor ve bundan korkuyordu.” Mümtaz’ı kıskanan kızı daha şimdiden hırçınlığa başlamıştı “ve Nuran biliyordu ki kendisiyle vazife hissi arasında kaldığı gün kendisini silmemek elinde değildir.” (t.41)

Bir hafta sonra İclâl’in evindeki bir çayda tekrar birlikte görünürler. Bu gezmelerle ilişkilerini açığa vurmak, “evlenmelerinin gecikmesi ihtimalini düşünerek Nuran’ın aldığı bir nevi tedbir”dir. (t.41)

Tanpınar bu sandal gezisi ve çay ziyaretini metinden çıkarmakla, kitapta yemekli toplantıların ve gezilerin peş peşe gelmesinin oluşturacağı dengesizliği gidermek istemiş olabilir.

Çayı takip eden Adile Hanımlar’ın akşam yemeği, romanın her iki şeklinde de hemen hemen aynıdır. Bundan sonraki durak ise Nuran’ın Mümtaz’ın çok merak ettiği evi olur. Tefrikada bu ziyaretin anlatımında bir karışıklık vardır. Yazar, Mümtaz’ın Nuran’ın evine gidişini, annesi, dayısı ve onun oğlu ile tanışmasını farklı şekillerde iki defa yazmıştır. (t.43)

Adile Hanım’ın yemeğinin sonunda yer alan musiki faslı ise, tefrikada Nuran’ın evine yapılan bu iki ziyaret arasında sıkıştırılmıştır. Tanpınar, düzenlemedeki bu dağınıklığı fark etmiş olmalı ki, kitapta bu ev ziyaretlerinden birini çıkarmış, diğerini ise oldukça geliştirerek, eklemelerle neredeyse yeniden yazmıştır. Bunlar içinde özellikle Nuran’ın dayısı rind-meşreb Tevfik Bey ve ilaç tutkunu oğlu Yaşar’dan daha geniş söz edildiğini görüyoruz.

Bu iki yemeğin ardından Nuran ile Mümtaz’ın hem okura kendilerini tanıttıkları, hem de birbirlerini tanıdıkları uzun İstanbul dolaşmaları gelir. Tanpınar bu gezileri kitaba geçirirken bazı cümlelerle oynamış, ufak tefek eklemeler yapmıştır. İstanbul gezilerinin Huzur’da birkaç işlevi vardır. Birlikte gezdikleri semtlerin doğal ve tarihi dokusu Mümtaz’a estetik, kültür ve tarih üzerine konuşma alanı yarattığı gibi Nuran ile aralarındaki görüş farklarının belirginleşmesine de yardım eder. Nuran önceleri keyif aldığı bu gezilerden gün geçtikçe sıkılır ve Mümtaz’ı sadece geçmişte yaşamakla suçlar.

Bu bölümün kitap için yapılan en önemli eklemesi, Mümtaz ile Nuran’ın önce aşk kavramı üzerinde başlayan ancak bir süre sonra özelleşerek kendi ilişkilerine ve Fatma’nın kıskançlıklarına kayan konuşmalarıdır.

Ağustosun sonuna kadar süren semt gezileri eylülde yerini lüfer avına ve Boğaz gecelerine bırakır. Bu kısımda özellikle Boğaz eğlencelerinin eski müdavimi Tevfik Bey üzerinde duran Tanpınar, “efendice bir Epiküryenliği” olan ve hayatına çok sayıda kadın karışmış bu “eski zaman hovardası”nın karşısına, ömrünü tek kadına adamış Mümtaz’ın koyar ve ikisinin aşk anlayışlarını karşılaştırır. Gerçekte “kıskanılacak olanların Mümtaz gibi tek sevgi ile yaşayanlar” olduğunu söyleyen Tevfik Bey için Mümtaz, mitolojideki Sisiph benzetmesini yapar: “Ruhlar ülkesinde aynı kayayı aynı tepeye kadar çıkarmaya mahkûm olan ve tam tepeye çıkıp da yerine yerleştirdiği zaman tekrar düştüğünü görüp tekrar işe başlayan beyhude azaplar mahkûmu.” Tefrikada bir sütunu kaplayan bu bölüm kitaba alınmamıştır.

Romanın bundan sonraki kısmında yazar, Mümtaz ve Nuran’ın aşklarına dair iki ayrı tespitte bulunur. Kitapta, “Teşrin ortalarına doğru saadetleri yavaş yavaş gölgelenmeye başlamıştı. Her ikisi de kendi içlerinde bu saadetin bir nevi durgunluk içinde mumyalanmayı andırdığını müphem surette duyuyorlardı. Kanlıca kahvesinde bunları konuştular” derken; tefrikada aynı yerde Mümtaz, ne kadar mutlu olduklarını düşünür: “Aşklarının kudreti ve birbirlerine besledikleri arzu hiç eksilmeden sevgilisini anlamaya çalıştı. Bu ruh şehrâyini kendisi için Nuran’ın ömründen neleri yakarak, hangi büyük ve temel hisleri harcayarak hazırladığını düşündü. O sonbaharda bir akşam Kanlıca kahvesinde bunları konuştular.”

Bu konuşmanın ardından “geceyi seyretmek için” Boğaz’da gezeceklerdir. Mümtaz ve Nuran’ın aşklarında bir anlamda son güzel gece olan bu geziye yazar, tefrikada daha uzun yer vermiş, ancak neredeyse dört sütun tutan bu bölümü kitaba almamıştır. Dikkat çekici olan, bu satırlarda Nuran’ın Mümtaz’la birlikte aşkları üzerine konuşmasıdır. Öyle anlaşılıyor ki kitapta suskun bırakılan Nuran -birinci bölümden çıkarılan iç konuşması da hatırlanırsa- tefrikada daha bol konuşturulmuştur. Yazar belki de bu çıkarmalarla Nuran’ın sesini kısmak, onu kendi cümlelerinden değil sadece Mümtaz’ın gözünden tanıtmak istemiştir. Bu bölümün bir başka önemi ise, hem Mümtaz’ın benliğinde hem de ilişkilerinin seyrinde önemli bir etkisi olan “ölüm” kavramı üzerinde durmalarıdır.

Yaz bitmiş, tenhalaşan Boğaz, birliktelikleri için elverişli bir mekân olmaktan çıkmıştır. Yazar, yazın bitmesiyle Nuran – Mümtaz aşkının çöküşe yüz tutması arasında paralellik kurar. Tanpınar, kitapta zaman zaman hissettirdiği bu durumu, tefrikadan kitaba geçirmediği  bir paragrafta daha açık bir anlatımla ortaya koyar: “Yaz bitiyordu. İkisi de bu düşünce içinde idiler. Eylül sonunda lüfer hikâyesi kapandı, sonra yağmurlar başladı. Pastırma yazıyla asıl yazın arasında ıslak iki hafta geçirdiler. Ondan sonra da bir daha denize çıkamadılar. Yazla beraber Nuran’ın neşesi de kaybolmuştu. Gelecek günlere açık bir endişe ile bakıyordu.”

Romanın yapısındaki bir başka önemli fark, Nuran – Mümtaz aşkını bitiren darbenin Suad’dan değil, Nuran’ın kızı Sevim’den gelmesidir. Sevim’in hırçınlıkları ve nihayet kasım ortalarında, Mümtaz’ın davet edildiği son akşam yemeğinde geçirdiği kriz, Nuran’ı aşk ve annelik karşısında bırakınca, Nuran -daha buluşmalarının ilk gününde söylendiği gibi- tereddüt etmeden anneliği seçer. Yine kitaba alınmayan ve Sevim’in Nuran üzerindeki etkisinin anlatıldığı satırlarda Nuran, bu seçimi yapmaya yavaş yavaş hazırlanır: “Evdeki baskı gün geçtikçe artıyordu. Sevim, her vesile ile annesi tarafından ihmal edilmiş bir çocuk tavrı takınıyor, her ihtimamın karşısında boynunu büküyordu. Nuran, günlerin çoğunu evde geçirmesine rağmen hiç kimseyi mesut edemiyordu. Hemen hepsi Sevim’in üstüne düşmüşleri onun sıhhatinden, dikkate ihtiyacından bahsediyorlardı. Bu düşkünlük Sevim’e daima ön planda olmak fırsatını veriyor ve çocuk bunu ustaca istismar ediyordu.” (t.66)

Ertesi gün uykusuzluk ve ümitsizlikten harap şekilde Emirgân’a gelen Nuran’ın elinde iki mektup vardır. İlk mektup Emma ile ilişkisini bitiren Fâhir’in barışma teklifidir.

Emma ile Fâhir’in ilişkisi,  kitaba eklenen Ada yemeğinde uzun uzun anlatılmış, ikisini birbirine bağlayan sebepler, yemekteki diyaloglar ve iç konuşmalarla verilmiştir. Buna göre Emma’nın Fâhir’i bırakma sebepleri içinde, zengin erkek merakı kadar, cinsel zaaflarına engel olamayışı ve genç erkeklere düşkünlüğü de vardır. Tefrikada ise Fâhir’in mektubu dolayısıyla Emma’dan kısaca söz edilmekte ve onun Fâhir’i bırakması için sadece “servetini kendi ihtiraslarına kâfi” bulmaması gösterilmektedir.

Huzur’un tefrika ve kitap şekilleri arasındaki en önemli fark  ikinci mektupla ortaya çıkar. Bu mektubu Nuran’ın üniversiteden arkadaşı olan Suad yazmıştır. Bir sanatoryumda yatan ve mektubunda “İyi olabilmem yalnız seninle kabil. Beni ara sıra gör. On senedir yalnız senin için yaşadım. Sana muhtacım” diye yalvaran verem hastası Suad, Mümtaz için bir yabancıdır.

Ertesi gün İstanbul’a inen Mümtaz’ın amacı kendisini Fâhir’den daha çok rahatsız eden Suad’ın “kim olduğunu öğrenmek”tir. Aslında, “birkaç sene evvel Macide’nin akrabasından bir kızla evlenen bir Suad tanımış” ve “hastalıklı, sinirli, garip coşkunlukları, daha garip sükût ve yıkılışları olan” bu adamın “Nuran’a mektup yazan adam olması ihtimali” aklına gelmemiştir. Nitekim iş korktuğu gibi çıkar. İhsan’ın evine uğradığında, Ahmet ve Sabiha’yı “tanımadığı” iki kız çocuğuyla oynar bulur. Macide ise ağlamaktan harap, akrabasının dertlerini dinlemektedir. Bu, Suad’ın ilgisizliğinden, çapkınlıklarından şikâyet eden karısıdır.

Romanın her iki şeklinde de, Suad’ın karısını dinledikten sonra çevresindeki her şeye karşı tiksinme ve nefretle dolan Mümtaz, biraz nefes almak için kendini sokağa atar. Şişhane’den Beyoğlu’na çıkar, rastgele girdiği bir bistroda yanındaki metresiyle tartışan Suad’ı görür, yağmur altında uzun bir yürüyüşle Beşiktaş iskelesine kadar iner ve neredeyse uyurgezer gibi vapurla Kandilli’ye geçer. Sanki Nuran’la konuşursa “her şey yerli yerine” dönecek, 48 saattir yaşadıkları son bulacaktır. Kitapta Mümtaz, Nuran’ın kapısını çalmaya cesaret edemez. Romanın ikinci bölümü burada, onun Nuran’ın yanında olma arzusuyla biter. Tefrikada ise “garip bir çekingenlik içinde geriye dönmek” istese de bunu başaramaz. İçeri girer. Nuran’la konuşur. Kızının hastalığıyla perişan olmuş Nuran, Mümtaz’a karşı uzak ve soğuktur. O kadar beklediği teselli ve güven yerine Mümtaz’a söylediği son cümle, “Büyük hata yaptık” olur. “Böylece, o yaz ve sevgililerin asıl mevsimi kapanmış”tır.

Üçüncü Bölüm:

Tanpınar, tefrikada sadece Nuran’a mektup gönderen eski bir âşık sıfatıyla bıraktığı Suad’ı, kitapta hem yapıyı, hem Mümtaz’ın macerasını değiştirecek kadar önemli bir işlevle geliştirerek yeniden kaleme almış ve ayrı bir bölüm başlığı yapmıştır. Kitabın, tefrikada olmayan üçüncü bölümü “Suad” adını taşır.

Yaklaşık yüz sayfa süren bölümün yarısı, Mümtaz’ın Emirgân’daki evinde gerçekleşen bir akşam yemeğinin anlatımına ayrılmıştır. Bu yemekle Tanpınar, Huzur’da tartışmak istediği bütün meseleleri toplu olarak bir araya getirmiş gibidir. İhsan, Suad, Mümtaz, Tevfik Bey, Ada’daki meyhanede de aralarında olan Mümtaz’ın okul arkadaşları Selim, Orhan, Nuri ve Fahri, Nuran, Macide ve yemeği daha çok bir meşk akşamına çeviren Mevlevi, neyzen Emin Dede ile öğrencisi Ressam Cemil etrafında Tanpınar, musiki, tarih, politika, savaş ve halihazırın şartları üzerinde uzun uzun konuşur.

Bölümün bundan sonraki kısmında, Mümtaz ve Nuran’ın şehirde geçirdikleri kış mevsimi anlatılır. Kışın tenha günlerinde Boğaz’da rahatça gezemeyeceklerini düşünen Mümtaz ve Nuran, buna Nuran’ın annesinin İstanbul’a taşınma arzusu da eklenince Taksim’de (kitapta Talimhane) küçük bir apartman katı tutarlar. Boğaz’dan Beyoğlu’na geçiş, yazdan kışa olduğu kadar aşkın bitişe geçişin de simgesidir romanda. Kızının hastalığıyla perçinlenen annelik sorumluluğu ve Mümtaz’ı çekemeyen yakın çevresinin ustaca manevraları yavaş yavaş aralarını açmayı başarır. Nuran’ın Beyoğlu’nda sayıları daha da artan ahbaplarıyla birlikte olmayı Mümtaz’a tercih etmesi, veya öyle görünmesi, üstelik bu toplantılara Suad’ın da katılması Mümtaz’ı kıskançlık ve ümitsizlik içinde kıvrandırır. Bölümün en önemli gelişmesi ise bütün bunların üstesinden gelerek tam evlenmeye karar verdikleri sırada Suad’ın Mümtaz’ın evinde intihar etmesi olur. Aralarında bir ölü varken mutlu olamayacaklarını söyleyen Nuran Mümtaz’ı terk eder. Suad sadece Mümtaz’la Nuran’ın arasına girmemiş, konuşmalarını, bencillik ve hayalcilikle suçladığı Mümtaz’ın içinde sürdürerek onda bir iç hesaplaşma başlatmıştır. Mümtaz bu noktadan sonra bireysel mutluluğu ve onun zirvesi olan Nuran’ın aşkı ile yaklaşan savaş içinde bir aydın olarak alması gereken sorumluluklar arasına sıkışacak ve romanın sonunda adım adım yaklaştığı bir bunalıma düşecektir.

Dördüncü Bölüm:

Tefrikada üçüncü, kitapta “Mümtaz” adını taşıyan dördüncü bölümde romanın anlatımı geçmiş zamandan hâle döner. Tanpınar kitapta bölümün başına eklemeler yapmış, sonunu ise adeta yeniden yazmıştır.

Tefrika metinde, Eminönü’nden eve gelen Mümtaz, hasta İhsan’ın odasında düşüncelere dalmıştır. Kitapta ise Nuran’ın ertesi gün İzmir’e gideceği haberini aldıktan sonra hemen eve dönmez; sabahleyin sözleştikleri gibi arkadaşlarıyla buluşmak üzere Küllük kahvesine gider. Aldığı haber onu sanki uyuşturmuş, dikkatini Nuran’dan çok yaklaşan savaşa ve yolda rastladığı fakir, muhtaç insanları bekleyen zor günlere yöneltmiştir.

Huzur’u kitaplaştırırken Tanpınar’ın yaptığı en dikkat çekici yapı değişikliği toplantı ve konuşmalara daha çok yer vermesidir. İkinci bölümde Ada’daki yemeklerden, üçüncü bölümde Mümtaz’ın evindeki son yemekten sonra, dördüncü bölümde de Küllük kahvesinde toplanan gençlerin, savaş ihtimali etrafında uzun uzun konuştuğunu görüyoruz. Böylece Tanpınar, tefrikada çok zayıf bıraktığı Doğu-Batı çatışması, musiki ve savaş gibi romanın önemli temalarını bu üç ek sayesinde genişletmiştir.

Mümtaz,  gittikçe bütün ağırlıklarıyla üstüne yığılmaya başlayan Nuran’ın yokluğu, İhsan’ın hastalığı ve savaş beklentisi karşısında yavaş yavaş ağır bir bunalıma düşer. Tefrikadan farklı olarak kitabın bu bölümlerinde Mümtaz, sık sık Suad’ı içinde, hatta bazen karşısında bulmakta, onunla konuşmakta, hesap vermektedir. Suad’ın adeta ezberlediği intihar mektubundan satırlar, Mümtaz’ın içinde tekrarlanıp durur.

Akşam İhsan’ın durumu ağırlaşınca, Mümtaz doktor getirmek için evden çıkar. Bulduğu doktor Beethoven’in bir konçertosunu dinlemektedir. Kitapta Mümtaz, aynı besteyi Suad’ın da intihar etmeden önce dinlediğini, hatta kendisinin de az önce evde uyuklarken rüyasında bu müziği duyduğunu hatırlar. Doktorun müziği dinlediği süreçte o da Suad’la uğraştığı bu rüya üzerinde düşünür. Eve giderken yolda doktorla müzik, kültür ikiliğimiz ve yaklaşan savaş üzerinde konuşurlar. Bunlardan savaş ve Avrupa’nın durumuna dair bir bölüm kitaba alınmamıştır.

Mümtaz aynı gece, İhsan’a ilaç almak için bir daha sokağa çıkar. Bu, aynı gün içinde evden dördüncü ve son çıkışıdır. Nuran’ın İstanbul’dan ayrılmasına saatler kalmıştır. Bütün gün yaşadıklarıyla iç dengesini hızla kaybetmeye başlayan Mümtaz, tefrika metinde eczaneden dönerken yanında, tanımadığı bir adam fark eder. Aynı adamı birkaç saat evvel uyuklarken rüyasında da görmüştür. Adam avucunda onun benliğini tutmakta ve kendisini götüreceği yerde bütün sıkıntılarından uzaklaşacağını vaad etmektedir. Mümtaz çektiği acılara rağmen, “burada zaman, zaman var” diyerek onunla gitmek istemez. Tanpınar tefrikada oldukça zayıf kalan bu mücadeleyi, kitapta aynı adamın yerine koyduğu Suad’ın hayaliyle daha zengin bir içerik ve anlatımla yeniden yazmıştır. Bununla birlikte tefrikanın bu son bölümü, Tanpınar’ın varlık, zaman ve ölüm üzerine farklı şekillerle kurduğu cümleler açısından çok önemlidir.

  1. Roman Kişileri Üzerinde Yapılan Değişiklikler

Tanpınar, Huzur’u kitaplaştırırken eklediği yeni bölümlere bağlı olarak roman kişileri üzerinde de oynamıştır. Bunlardan en önemlisi, tefrikada çok zayıf bıraktığı Suad’ı kitabın en önemli kişilerinden biri haline getirmesidir. Suad sadece Mümtaz ve İhsan’ın karşısında savunduğu düşüncelerle kitabın felsefi dokusunu zenginleştirmekle kalmaz, aynı zamanda intiharıyla romanın olay örgüsünde aktif bir rol de oynar. Şüphesiz bu tasarrufuyla Tanpınar romanı çok daha kuvvetlendirmiştir. Böylece hem olayların sebep-sonuç ilişkisini sağlamlaştırmış, hem de farklı düşünceleri çatıştırarak romanın içeriğini dengelemiştir. Hiç şüphe yok ki Suad’ın kitaptaki asıl işlevi, peşinde koştuğu değerlere saldırmakla Mümtaz’da bir iç hesaplaşmanın yolunu açmasıdır.

Yukarıda da işaret edildiği gibi, Tanpınar, Huzur’u kitaplaştırırken, özellikle insanları toplu halde gösterdiği yemek ve sohbet sahneleri eklemiştir. Buna bağlı olarak kitabın şahısları da sayıca artış gösterir. Bunlar romanın olay akışını yönlendirmekten çok, ele alınan bazı konuları derinleştirmek işlevi taşırlar. Mesela yazarın “bir  medeniyetin en yüksek cihaz olarak kendisini seçtiği insanlardan” dediği neyzen Emin Bey, Huzur’un çok önemli bir yönünü oluşturan musiki temasını hem icrası hem düşünceleriyle zenginleştirir. Ada’daki meyhanede ve Mümtaz’ın evindeki yemekte romana katılan okul arkadaşları Orhan, Nuri, Fahri ve Selim ise özellikle Küllük kahvesindeki tartışmalarıyla kitaptaki savaş atmosferinin gerginliğini artırırlar.

Tanpınar’ın birkaç cümle içinde olağanüstü canlı, özgün karakterlere dönüştürdüğü ikinci derecede roman kişilerinden olan Sabriye Hanım ile Mümtaz’ın evini idare eden, ancak varlığı sadece bazı konuşmalarda hissettirilen Sümbül Hanım da romanın yeni şahıslarıdır.

Kitaba geçmiş zaman boyutunda katılan, Behçet Bey ile Nurhayat Hanım ise hem Huzur’u Tanpınar’ın diğer iki romanına (Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler) bağladıkları için, hem de Mümtaz’la Nuran’ın aşkına çizdikleri “kader” çemberiyle anlamlı bir rol oynarlar.

Tanpınar, Huzur’u yeniden ele alırken bir yandan yeni kişiler eklemiş, bir yandan da var olanlar üzerlerinde oynayarak geliştirmiştir. Suad’dan sonra bunun en dikkate değer örneğini Nuran’ın dayısı Tevfik Bey’de görüyoruz. Ev halkı için Mümtaz’ın tek destekçisi olan Tevfik Bey, Nuran’la Mümtaz’ın beraberliklerini kolaylaştırmak için elinden geleni yapar. Tanpınar, Tevfik Bey’in özellikle geçmişi üzerinde durur ve bunu romanda işlevsel olarak da kullanır. Bir yandan Tevfik Bey’in dolu dolu yaşanmış gençliğine bağlı olarak eski Boğaz eğlencelerinden söz açmış, bir yandan da hayatına sayısız kadın giren Tevfik Bey örneğiyle, kendini tek kadına adayan Mümtaz’ın sevme  biçimlerini kıyaslamıştır.

Tanpınar’ın romanda birkaç çizgiyle bırakıp kitapta geliştirdiği diğer kişiler arasında Tevfik Bey’in oğlu Yaşar’ı ve Fâhir’in sevgilisi Emma’yı da sayabiliriz.  Bir diğer değişiklik Nuran’ın kızı üzerinde yapılmış, tefrikada Sevim olan adı, kitapta Fatma’ya çevrilmiştir.

  1. Zaman Dizgesinde Yapılan Değişiklikler

Roman türünün en önemli unsurlarından olan zaman kullanımı, Huzur’un iki anlatım şeklinde dikkat çekici değişiklikler göstermektedir. Bunlardan en çarpıcısı, kitapta bir yıl içinde yaşanan Mümtaz – Nuran aşkının tefrikada iki yılı kapsaması ve Mümtaz’ın yaşananları bir yıl arayla hatırlamasıdır. Ancak hatırlananlar kitapta bir yıl içinde anlatılan olaylardır. Başka bir ifadeyle, Tanpınar, tefrikada “günlerin ekmeğini iki sene bölüştükleri”ni söylediği Mümtaz ve Nuran’ın sadece bir yılından söz eder. Bu da mayıs ayında Ada vapurunda başlayan, eylüle kadar İstanbul semtleri ve ahbap gezileriyle süren, eylülle birlikte yerini lüfer avı ve Boğaz gecelerine bırakan, ekim ortalarına doğru gölgelemeye başlayan ve nihayet kasım sonlarında Nuran’ın evindeki akşam yemeğinde kızı Sevim’in hastalanması ile sona eren bir aşk macerasıdır. Tefrikada Mümtaz bütün olanları, iki yıl boyunca yaşanmış ve geçen yaz sona ermiş olarak hatırlar.

Kitapta ise Nuran ile Mümtaz, 1937 yılının ilkbaharında (mayıs) başlayıp kışın sona eren (şubat) bir aşk yaşarlar. Aynı yılın nisan ayında Mümtaz İhsan’la yaşadıklarının hesabını çıkardığı bir konuşma yapar. Bundan sonra Mümtaz’ı 1939 Ağustos’unda hasta İhsan’ın başucunda buluruz. Mayıs 1938-Ağustos 1939 arasından hiç söz edilmez. Mümtaz Nuran’la birlikteliğini de “bir yaz evvel” olarak hatırlar.

  1. Dil Üzerinde Yapılan Değişiklikler

Huzur’u yeniden ele alırken Tanpınar’ın romanın diliyle hemen her sayfada oynadığını görüyoruz. Romana sayfa ve paragraf ölçüsünde yaptığı tasarrufların ötesinde, kimi zaman kelimelerin yerlerini değiştirerek cümleleri yeniden kuruyor, çoğu kez ekleyip çıkardığı kelimelerle anlatımı güçlendiriyor, zaman zaman da kelimeleri aynı anlamdaki başka kelimelerle değiştiriyor. Bu büyük dil ustasının dil üzerinde nasıl uğraştığını göstermek için çok uzun bir liste oluşturan bu gibi değişikliklere sadece birkaç örnek vermekle yetineceğim.

Tefrika: bir iki hastabakıcı onu arayacaktır. Fakat lâzım olduğu zaman…

Kiracı büsbütün başka bir dertti…

Kitap: bir iki hastabakıcı mutlaka onu arayacaktır. Fakat lâzım olduğu zaman… İşte hastabakıcı meselesi böyleydi. Kiracıya gelince…

Kiracı meselesi büsbütün başka bir dertti…

T: … Daha genç adam dükkâna girer girmez gözlerine siyah gözlüğünü bir kudret tılsımı, büyülü bir silah gibi geçirir, bu cam perde arkasında âdeta görünmez olur…

K: … Daha genç adam dükkâna girer girmez siyah gözlüğünü, bir kudret tılsımı gibi, büyülü bir silah gibi gözlerine takar, bu cam perde arkasında âdeta görünmez olur…

T: Arife Hanım’ı hem sever, hem de çenesinden bıkardı.

K: Arife Hanım’ı hem sever, hem de çenesine tahammül edemezdi.

T: Tahammül edilemez hale gelince otomobil ısmarlanır, …

K: Nihayet tam kıvamına gelince otomobil ısmarlanır,…

T: Yakında herhangi biri olacağım.

K: Yakında herhangi bir şey veyahut bir hiç olacağım…

Tanpınar’ın Huzur’u kitaplaştırırken dil üzerinde gerçekleştiği çok dikkate değer bir değiştirme de kelimelerin sadeleştirilmesinde görülüyor. Tanpınar, kullandığı kelimelerin bazılarını günlük konuşma dilinde kullanılanlarla değiştirmiştir. Birkaç örnek: Nâmütenahi – sonsuz derecede, gayrıinsani – insan dışı, ilga etmek – yok etmek, istinsah – kopya, mevcud – varlık, tedai – çağırı, şedîd – şiddetli, izdivaç – evlenme, sene – yıl, vazife – iş, nesic – ten örgüsü, mektep – üniversite, fevkattabiat – tabiatüstü, rütubetli – nemli, müstahzar – ilaç.

Görülüyor ki Tanpınar, gerek tartıştığı meselelere bakış açısı, gerek bunları ortaya koyarken kullandığı dil ve anlatım biçimiyle Huzur’u üzerinde durulması gereken bir üslup-yapı çalışmasıyla ikinci kez inşa etmiştir. Tanpınar’ın “bu kitap beni, kendimi daha derin surette yoklamayı mecbur etti… onunla dünyaya açıldım” dediği Huzur, sadece okuyucusunu Tanpınar’ın düşünce ve duyuş dünyasıyla buluşturan en önemli romanı olmakla kalmıyor, aynı zamanda tefrika ve kitap şeklinde yayımlanmış iki farklı hali üzerinde kıyaslama imkânı yaratarak bu eşsiz üslupçunun çalışma laboratuvarına da sokuyor. Tabii hepsinden önemlisi, tefrika metnin Tanpınar-severler için  yepyeni pasajlar içermesidir.

Açıklamalar

Huzur ilk defa Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilirken (22 Şubat – 2 Haziran 1948) yaklaşık on altı ay sonra, 1949’da Remzi Kitabevi tarafından kitap halinde yayımlanır. Tanpınar, Huzur’u kitaplaştırırken yukarıda da gösterildiği gibi, metin üzerinde yapı, kişiler, zaman ve dil açısından önemli değişiklikler yapar.

Aşağıdaki bölümde, Huzur‘un ilk baskısı ve tefrikası karşılaştırılarak kitaplaşma aşamasında oluşan hatalar düzeltilmiş ve tefrika  ile kitap arasındaki farklar listelenmiştir.

Bu listeye geçmeden önce, olayların tefrikadaki akış sırasını rahat takip edebilmek için, özetini veriyoruz:

II. Dünya Savaşı’nın başlamasına bir gün vardır. Mümtaz, dokuz günden beri zatürreeden yatan amcasının oğlu İhsan’a hastabakıcı aramaktadır. Ailesiyle S…’de yaşayan Mümtaz, I. Dünya Savaşı sırasında babasının Rumlar tarafından öldürülmesi üzerine annesiyle birlikte A…’ya kaçmış, bir hafta sonra da annesini kaybedince İstanbul’a, kendisinden yirmi üç yaş büyük olan İhsan’ın yanına gönderilmiştir. Yurtdışından henüz dönmüş olan ve Galatasaray’da tarih dersleri veren İhsan’ın Mümtaz üzerinde derin bir etkisi olur. Mümtaz, hem gelişinden bir yıl sonra kaydedildiği Galatasaray’da hem de kendi kültürünü ve Batı’yı iyi bilen İhsan’ın elinde yetişir. Bu sırada İhsan’la evlenen Macide ise şefkati ve sıcaklığıya küçük yaşta annesiz kalan Mümtaz’ın içindeki derin boşluğu doldurur. Mümtaz, onu duygu ve düşünce dünyasında alabildiğine besleyen İhsan’la Macide’ye çok bağlıdır. Mümtaz, iki küçük çocuğu, karısı ve yaşlı annesinin çaresizlik içinde başucunda bekleştiği İhsan’a hastabakıcı bulmak için sabah erkenden çıkmış ama, eli boş dönmüştür. Öğleden sonra tekrar evden çıkar. Bu defa, İhsan’ın annesinin sahibi olduğu bir dükkânın kiracısıyla görüşmek üzere Eminönü tarafına gidecektir. Mümtaz, bir yandan İstanbul’un bütün sokaklarını ve insanlarını saran savaş beklentisinin üzerinde yarattığı gerginlik, diğer yandan İhsan’ın hastalığının üzüntüsü ve daha çok, bir yıl önce kendisini terk eden çok sevdiği Nuran’ın anılarıyla dolu uzun bir yürüyüşle Beyazıt’tan Eminönü’ne kadar gelir. Burada karşılaştığı Muazzez ve İclâl’den Nuran’ın eski eşi Fâhir’le evlendiğini ve yarın İzmir’e gideceklerini öğrenir.

İkinci bölümde roman anlatı zamanının iki yıl öncesine döner ve Nuran’la Mümtaz’ın bir mayıs sabahı Ada vapurunda karşılaşmalarıyla başlayan aşk hikâyeleri anlatılır. Edebiyat fakültesinde asistan olan Mümtaz ile kendisini aldatan eşinden bir yıl önce boşanan Nuran, vapurdaki ortak ahbapları Sabih Bey ve eşi Adile Hanım sayesinde tanışırlar. Nuran, yedi yaşındaki kızı Sevim’i salgın hastalıktan korumak üzere Ada’ya, halasının yanına götürmektedir. Gerçekte, Nuran’ın edebiyat fakültesinde okuyan akrabası İclâl sayesinde ikisi de birbirlerinden haberdardır. Ancak Mümtaz, o gün ilk defa gördüğü Nuran’a bu kısa yolculuk süresinde derin bir aşkla bağlanır. O gece bir arkadaşının yanında kalan Mümtaz, ertesi gün bütün Ada’yı Nuran’ı görmek ümidiyle dolaşırsa da, genç kadını ancak akşamüstü İstanbul’a dönen vapurda ve bu defa yalnız bulacaktır. Nuran kederli ve sessizdir. Mümtaz buna yol açan olayı, ondan çok sonraları, ancak birbirlerini iyice tanıdıkları zaman öğrenebilecektir. Nuran’ın anlattığına göre, Mümtaz rıhtımda onlardan ayrılır ayrılmaz Sevim birdenbire babası Fâhir’i görmüş, sevinçle ona koşmuş, ancak yanında uğruna Nuran’ı terk ettiği Romen sevgilisi Emma olan Fâhir, onu gücendirmemek için kızına beklediği ilgiyi gösermemiştir. Nuran, hayal kırıklığıyla perişan olan Sevim’i apar topar oradan uzaklaştırmış ve Ada’da kalma planını bozarak ertesi gün İstanbul’a dönmeye karar vermiştir. Dönüş yolculuğu, Nuran ve Mümtaz’ın birbirlerini tanımaya çalıştıkları diyaloglar ve duygularını tarttıkları iç konuşmalarla geçer. Mümtaz, Kandilli’de oturan Nuran’a evinin yakınına kadar eşlik eder. Nuran, her konuda hesap vermek zorunluluğunu duyduğu annesi Nazife Hanım, yaşlı dayısı Tevfik Bey ve dayısının oğlu Yaşar’la birlikte oturmaktadır.

Bundan sonraki beş günü Mümtaz, Nuran’ı görmek ümidiyle Kandilli rıhtımında geçirir. Nihayet, Nuran’ı ziyarete gelen İclâl sayesinde ikisini birden davet ettiği bir sandal gezisinde Nuran’ı tekrar görebilir. Birlikte, Mümtaz’ın yaşadığı Emirgân’da dolaşırlar. Nuran, ayrılırken fırsat bulur bulmaz kendisine geleceği sözünü verir. Ancak bunu izleyen üç gün Nuran, bir anne olarak taşıdığı sorumluluk ile eşiğinde olduğu aşk arasında kararsızlıklarla dolu bir çatışma yaşarsa da sonunda Mümtaz’a gitmeyi seçer.İlk günlerden sonra, ortak çevreleri olan Mümtaz ve Nuran ilişkilerini açığa vurmak için bir sandal gezisi düzenlerler. Geziye birkaç misafirle birlikte İclâl, fakülteden tanıdığı Mümtaz’a tutkun olan Muazzez ve ağabeyi de katılır. Daha sonra birlikte İclâl’in verdiği bir çay davetine katılırlar. Kendisini Mümtaz’a iyice bağlayan, onunla evlenme planları yapan Nuran, bunun gecikme ihtimaline karşı birlikteliklerini çevreye iyice yaymayı uygun bulmaktadır.

Çay davetini Adile Hanım’ın Taksim’deki evinde verilen bir akşam yemeği izler. Daha Ada vapurundaki ilk karşılaşmalarda Mümtaz ile Nuran’ın kendisini işe karıştırmadan yakınlaşmaları, bu türk ilişkilerin başlatılıp bitirilmesinde usta bir çöpçatan olan Adile Hanım’ı öfkelendirmiştir. Yemek boyunca etkisi hesaplanmış konuşmalarla Nuran’ı artık nefret ettiği bu “toy delikanlıdan” uzaklaştırmak için uğraşıp durur. Bu yemeğin ardından, Mümtaz’ın o kadar görmeyi istediği Nuran’ın evine gelir sıra. Genç kadının ailesini, annesini, dayısı Tevfik Bey’i ve oğlu Yaşar’ı tanıdığı bu davette, Mümtaz’ı en çok Nuran’ın kızı Sevim’in soğuk tavırları etkiler. Mümtaz ailede sadece rind-meşrep Tevfik Bey’den yakınlık görür. Ondan, hem ailenin geçmişine ait hikâyeler hem de kendisinde derin hayaller ve düşünceler uyandıran klasik besteler dinler.

Mümtaz’la Nuran haftada iki gün sabahları Emirgân’daki evde, bazen de Nuran’ın Kanlıca’daki akrabasının yalısında buluşurlar. Bunun dışındaki zamanlarını Boğaz’da veya İstanbul’un çeşitli semtlerinde dolaşarak geçirirler. Özellikle zengin tarihi ve mimari dokusuyla Üsküdar, geçmişe ve güzel eserlere tutkun Mümtaz’ın Nuran’ı uzun uzun dolaştırdığı semt olarak dikkati çeker. Bu gezilerden önce büyük keyif alan Nuran, Mümtaz’ın sadece eski insanlardan, hayatlardan ve eserlerden söz etmesinden zamanla sıkılır. Mümtaz da onun yavaş yavaş kendi dünyasından uzaklaştığının farkındadır. Üsküdar dolaşmalarını, ağustos mehtabında Büyükdere’den başlanan ve uzun uzun anlatılan bir sandal gezisi, ardından Cerrahpaşa ve Kocamustafapaşa taraflarına yapılan geziler izler. Bu günlerden birinde Köprü’de İhsan ve Macide’ye rastlarlar. Mümtaz onlara Nuran’ı tanıştırır. Mümtaz onlara Nuran’ı tanıştırır ve dönüşte Nuran’a Macide’nin geçmişte yaşadığı trajediden söz eder. Eylülden itibaren lüfer avı macerası başlar. Nuran’ı kısa bir süre de olsa annesi ve kızının baskısından kurtarmak isteyen Tevfik Bey, lüfere çıkacakları bahanesiyle bir süre için Kanlıca’daki akrabalarının yalısına iner. Mümtaz, Nuran ve Tevfik Bey, av boyunca çoğu kez musiki fasıllarına dönüşen lüfer avlarına çıkarlar.

Sonbaharla birlikte Mümtaz’la Nuran’ın aşklarında da çöküş başlar. Nuran hem çevresinin, hem de Mümtaz’ın kendi pratik dünya görüşüyle pek uyuşmayan yaşama biçiminin etkisiyle ondan gittikçe uzaklaşmaktadır. Bununla birlikte sonbaharı da Boğaz’da gezerek geçirirler. Bunlardan özellikle Kanlıca’daki kahvede başlayıp Anadoluhisarı’ndaki kahvede biten gezi ve konuşmaları uzun uzun anlatır. Yazın bitmesiyle Boğaz tenhalaşır; birlikte dolaşmalarına elverişli bir mekân olmaktan çıkar. Bunun üzerine Nuran, annesinin kışı İstanbul’da geçirme teklifini memnuniyetle kabul eder. Mümtaz da rahatça buluşabilmeleri için kendisine Taksim’de bir ev kiralar.

Boğaz’dan ayrılmadan önce Tevfik Bey, son defa olarak Mümtaz’ı Kandilli’deki eve, yemeğe çağırır. Kasım ortalarıdır. Mümtaz’ı aileye biraz daha ısındırmak isteyen Tevfik Bey’in bu çabası, tam aksine Mümtaz’ı Nuran’dan tamamen koparan bir olayla sonuçlanır. Annesini deli gibi kıskanan Sevim’in yemek sırasında geçirdiği kriz ve bayılması, Nuran’ı çok etkiler. Ertesi gün Emirgân’a giden Nuran Mümtaz’a iki mektup okutur. Bunlardan biri Emma’dan ayrılan Fâhir’in barışma çağrısı, diğeri de Nuran’a fakülte yıllarından âşık olan veren hastası Suad’ın yalvarışlarıyla doludur. Mümtaz Suad’ın kim olduğunu merak eder. Tanıdığı tek Suad Macide’nin uzak bir akrabasının dengesiz, garip kocasıdır ve üslûbundan mektubun bu Suad’a ait olduğu şüphesi uyanmıştır. Ertesi gün durumu öğrenmek için Macide’ye gider ve yanından kocasından dert yanan Suad’ın eşini bulur. Şüphesi doğrulanmıştır. Hem Sevim’in hastalığı hem de bu mektuplar Mümtaz’da, mutluluğunu engelleyen bütün insanlara karşı derin bir nefret uyandırır. Sokağa çıkar, yağmur altında yürümeye başlar. Beyoğlu’nda rastgele girdiği bir bistroda Suad’ın metresiyle tartışmasına şahit olur. Yürüyüşünü Beşiktaş iskelesine kadar sürdürür ve oradan Kandilli’ye, Nuran’ın evine gider. Nuran’la konuşursa her şeyin yoluna gireceğini düşünmektedir. Ancak hasta kızının başında bekleyen Nuran kararını vermiştir. Kendisinden teselli bekleyen Mümtaz’a ilişkilerinin bittiğini söyler.

Sonraki bölümde roman tekrar aktüel zamana, Mümtaz’ın Eminönü’nde Muazzez ve İclâl’e rastladığı güne döner. Nuran’ın Fâhir’le barışıp İzmir’e gideceğini öğrenen Mümtaz aldığı haberin darbesiyle sarsılmıştır. Eve döner. Hasta İhsan’ın başında beklemeye başlar. İhsan ağırlaşınca Macide’nin isteği üzerine doktor getirmek için evden çıkar. Birkaç adresten güçlükle bulduğu bir askeri doktorla eve gelir. İhsan daha iyicedir ancak Mümtaz, yaşadıklarının etkisiyle gittikçe ağır bir bunalımın içine düşmektedir. Romanın sonunda, İhsan’a aldığı ilaçlarla eve dönerken Mümtaz’ın yanında bir adamın hayali belirir ve kendisiyle gelmesi koşuluyla bütün üzüntülerinden uzaklaştıracağını vaad eder. Ancak Mümtaz, çektiği acılara rağmen hayatta kalmayı, kaderine katlanmayı seçer. Adamın avucundan benliğini kurtarmaya çalışır, mücadele ederler, Mümtaz yere düşer, ilaç şişeleri kırılır. Eve döndüğünde yüzünde garip bir gülümseme vardır. Doğru odasına koşmak, yarınki İzmir vapuruna yetişmek için hazırlanmak ister. Macide ve doktor, Mümtaz’ın ciddi bir bunalım geçirdiğini fark etmişlerdir. Bu sırada radyo II. Dünya Savaşı’nın başladığını ilan ederler.

*

Aşağıdaki liste tefrika ile roman arasındaki farklılıkları göstermektedir.

Kitaptaki değişiklikler italik, tefrikadakiler ise koyu olarak gösterilmiştir.

Kitaptan yapılan uzun alıntılarda cümlelerin sadece başlangıç ve bitişleri belirtilmiş, tekrara yer vermemek için araya […] konmuştur.

Remzi baskısındaki dizgi yanlışları tefrikadan yararlanılarak düzeltilmiştir:

Bir iki örnek:  musraa / doğrusu: musaraa  -bu sözcük Tercüman ve daha sonraki Dergah baskısında “mısra” haline dönüşmüştür-

fatih / fetih; babaanne / anneanne; Selimiye / Süleymaniye.

Öteki düzeltiler YKY baskısına işlenerek verildiği için ayrıca gösterilmemiştir. Bunun için daha sona bir liste yayımlanacaktır.

Aynı yöntemle, tefrikadaki dizgi yanlışları da listede gösterilmemiştir. Bunların bir kısmı eski yazıdan yeni yazıya aktarma yanlışları olmalıdır. Örnek:  vil (doğrusu veyl), değil (ve gül), huyla (zıddıyla), o yanan (uyanan).

Remzi baskısının 49. ve 164. sayfalarında atlanmış olan iki satır yerine konmuştur.

Bunlardan birincisi şudur: “hayat felsefesi diye düşündü… Her cins hadise bir başka türlü” (s.49).

Bu satırda biten ve başlayan iki cümle Tercüman baskısında  çıkarılmıştır. Bu tasarruf Dergah’ta da aynen uygulamıştır.

İkincisi ise, kitapta “…Ferahfezâ yahut Sultanîyegâh’ın arasından etrafımıza baktığımız için;” (s.164) şeklinde bırakılan ancak tefrikada “Lebib efendi bile bizim için bir sanat eseri oluyor” (s. 164) cümlesiyle tamamlanan satırdır. Sonraki baskılarda da bu cümle aynı şekilde eksik bırakılmıştır.

Tefrikada yer alıp kitaba geçirilmeyen bazı bölümlerin yanlışlıkla çıktığı düşünülebilirse de, bunlar metne müdahale etmemek amacıyla olduğu gibi bırakılmıştır. Bu konuda özellikle şu pasaja dikkat edilmelidir:

“-Akşamleyin boş ufukta deve dizisi ne kadar başka türlü oluyor… 

Kısıklı’da Üçüncü Selim’in şeyhülislâmı Ataullah Efendi’nin hocası Münib Efendi’nin çeşmesi önünde idiler. Mümtaz kendi mazisinin tasallutundan kurtulmak için ona devrinin Hace-i fitne vü fesad adını verdiği bu adamı anlattı. Nuran: 

– Ne acayip insanlar Yarabbim… diyordu.”

Bu parçadaki koyu satırlar tefrikadan kitaba geçirilmemiştir. Ancak görüldüğü gibi bu bölüm çıkarıldığında Mümtaz’ın develerle ilgili sözlerine karşılık Nuran, “Ne acayip insanlar” gibi saçma bir cevap vermiş  olmaktadır.

Tefrikada Nuran’ın kızının adı “Fatma” değil, “Sevim”dir. Çok sık geçtiği için ayrıca listede belirtilmemiştir.

Huzur’un Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ilk baskısında 49. sayfada şöyle bir cümle vardır: “Öbür sahifede kırmızı kalemle tanıdığı dillerden hiçbirine uymayan beş isim yazılıydı:

Temâgisin, Begedânin, Yesevâdin, Vegdasin, Nevfena, Gadisin…” Tanpınar’ın altı isim saydığı gözünden kaçmış olmalıdır. İkinci baskıda tarafımızadan düzeltme yapılmış ve altı isim olarak değiştirilmiştir.

Aşağıdaki listede olarak işaret edilen, Huzur’un YKY baskısıdır. Başındaki rakam, kitabın ilgili sayfasında da yer almakta ve değişikliğin yapıldığı yerin kolayca bulunmasını sağlamaktadır.

*

Tefrika ile Kitap Arasındaki Farklılıkların Listesi

1 K (s. 10): Fakat Sabiha ile adamakıllı uğraşacak biri lâzımdı. Onun her şeyden evvel konuşacak insana ihtiyacı vardı. Mümtaz bunu düşünürken küçük yeğeninin hallerine içinden gülümsedi. Sonra, eve döndüğünden beri, akrabasına karşı olan sevgisinin daha başka bir hal aldığına dikkat etti: “Acaba, hep alışkanlık mı? Hep yanımızdakileri mi seviyoruz?” dedi.

Bu düşünceden kurtulmak için tekrar hastabakıcı meselesine döndü. Macidenin sıhhati de…

T: Fakat Sabiha bakıma muhtaçtı. Onun her şeyden evvel konuşacak insana ihtiyacı vardı. Üstelik Macide’nin sıhhati de…

2  K (s. 10): Elbisesini giyinirken…

T: [Bu paragraf tefrikada yok.]

3  K (s. 11): … Daha genç adam dükkâna girer girmez siyah gözlüğünü bir kudret tılsımı gibi, büyülü bir silah gibi gözlerine takar, bu cam perde,…

T: … Daha genç adam dükkâna girer girmez gözlerine siyah gözlüğünü bir kudret tılsımı, büyülü bir silah gibi geçirir, bu cam perde,…

4  K (s. 14): … yaş birikiyordu. Bu, her yerde tesadüf edilen şeylerdendir. İnsanlar bazan doğuştan mahkûm olurlar, saz paçası kendiliğinden kırılırdı. Sabiha öyle değildi.

T: … yaş birikiyordu. Fakat Sabiha öyle değildi.

5  K (s. 15): Akla ve hayata dönüşü, Sabiha’nın doğuşu ile olmuştu. Vâkıâ Macide’nin hastalığı tamamıyla geçmemişti. Zaman zaman küçük nöbetler oluyor, evin içinde gene eskisi gibi masal söyleyerek, sesine küçük bir kız tatlılığı sindirerek konuşuyor, yahut da büyük kızının, o hiç bahsetmediği çocuğunun dönüşünü saatlerce pencerede veya oturduğu yerde bekliyordu.

T: Akla ve hayata dönüşü, hiç olmazsa dönebildiği kadarı, Sabiha’nın doğuşu ile olmuş, ondan üç yaş büyük oğlunu da hemen hemen o zaman tanımıştı. Vâkıâ Macide’nin hastalığı tamamıyla geçmemişti. Zaman zaman küçük nöbetler başlar, evin içinde gene eskisi gibi masal söyleyerek, sesine küçük bir kız tatlılığını sindirerek konuşur, yahut da büyük kızının, o hiç bahsetmediği çocuğunun dönüşünü saatlerce pencerede veya oturduğu yerde bekleyebilirdi.

6  K (s. 16): Hakikatte harbin…

T: [Bu paragraf tefrikada yok.]

7  K (s. 18): Kapının önüne…

Sokak ışık …

T: [Bu iki paragraf tefrikada yok.]

8  K (s. 27): Arabacı B…’a…

T: Arabacı Burdur’a…

9  K (s. 27): Mümtaz onu görmek ihtiyacıyla çıldırıyor, fakat buna cesaret edemediği için başını çevirip annesini bile aramıyordu. Gece kızdan âdeta korkuyor ve bu korku zaman zaman omuzunu omuzuna dayadıkça çok insafsız bir şey oluyordu.

T: Mümtaz onu görürüm korkusuyla başını çevirip annesini arayamıyor, fakat gene kızın zaman zaman omuzunu onun omuzuna dayadığını hissediyordu.

10  K (s. 30): … tabiat geniş ve munisti.

T: … tabiat geniş ve munisti. İnsanoğlu burada bunu biliyordu.

11  K (s. 30): … o acayip, kökü çok derinlerde korkunun rüzgârında dağılmamaya…

T: … o metafizik korkunun rüzgârında dağılmamaya…

12  K (s. 31): Çünkü bu kalabalığın …

T: [Bu paragraf yok.]

13  K (s. 34): Bu ölümün arkasında da bir türlü dolduramadığı uzun bir boşluk vardır. Belki de çocuk bu sıkıntılı günlerini hatırlamamaya çalışa çalışa zihninde bu zaman boşluğunu kendisi yaratmıştı. Yalnız İstanbul’a gönderilmek için vapura bindirileceği günü bütün teferruatıyla hatırlıyordu. O gün onu…

T: Onun arkasından bir türlü dolduramadığı uzun bir boşluk gelirdi. Yalnız İstanbul’a göndermek için vapura bindirecekleri gün onu…

14  K (s. 39): … gibi buldu.

 T: … gibi buldu. Boş saatlerinde bir tarafa çekilir şiirlerini okurdu.

15  K (s. 40): Mümtaz hayatının anlattığımız kısmıyla bir macerası olan adamdı. Bir faciayı bir roman gibi ve tesirleri daima taze kalacak bir yaşta yaşamıştı. Zihni aşka, düşünceye, babasının…

T: Mümtaz hayatının anlattığımız kısmıyla kendisine mahsus bir masalı, kısa fakat bütün bir ömrü alttan idare edebilecek, bu sanat eserini gizliden gizliye besleyecek, yahut bu hayata sanat eseri çeşnisi ve tesir kudretini verecek bir macerası olan adamdı. O bir faciayı bir roman gibi ve tesirleri daima taze kalacak bir yaşta yaşamıştı. Zihni aşka, düşünceye, ömrün büyük başlangıç noktalarına, babasının…

16  K (s. 43): … hareketleriyle bir Dufy fırçasının…

T: … hareketleriyle primitif tabloların…

17  K (s. 47): … kısarak yaltaklanıyordu.

T: … kısarak bir yığın dostluk yapıyordu.

18  K (s. 47): … kadının geniş omuzlarını…

T: … kadının kendisini ikrardan hoşlanan geniş omuzları…

19  K (s. 50): Düşüncesinin bu noktasında…

T: [Bu paragraf tefrikada yok.]

20  K (s. 51): … ne olduğunu sormadı. Mümtaz içinden, “Galiba bunu bir aile sırrı telakki etti…” diye düşündü. Dükkâncı kedersiz insan olmayacağını anlatmak ister gibi:

T: … ne olduğunu sormadı. Yalnız kedersiz insan olmayacağını anlatmak ister gibi:

21  K (s. 54): … fiyatını sordu. Mümtaz, […]

İhtiyar bir kadın… (s. 55)

T: … fiyatını sordu. Mümtaz arkasından gelen bir hamalın sesiyle olduğu yerden çekildi.

İhtiyar bir kadın…

22  K (s. 60): … hayatı vardı. Bu iki zıt ruh haletinin arasından etrafla konuşur, dersini verir, …

T: … hayatı yaşardı. Tıpkı kalın bir su tabakasının altından veya buzlu bir cam arkasından gibi bu iki tezat ruh haletinin arasından etrafla konuşur, dersini verir…

23  K (s. 62): … bir nevi fenalık geçirdiğini anladı. Halsizliği yüzünden bu cüzama tutulmuş, …

T: … bir nevi fenalık geçirdiğini anladı. Garip bir sendeleyişti bu. Fakat onu bu cüzama tutulmuş…

24  K (s. 65): … içinde kalıyorlardı. Her şey bizden geliyor, bizimle geliyor, ve bizde oluyor.

T: … içinde kalıyorlardı.

25  K (s. 67): … hepsini bırakıyorum, sonsuzluğa karışıyorum.

T: … hepsini bırakıyorum, sırtımdan bu mel’un gömleği çıkarıyorum, sonsuzluğa karışıyorum.

26  K (s. 67): … kapatmak yetişirdi. Kuyu gibi…

T: … kapatmak yetişirdi. Fakat bu kadardı. Kuyu gibi…

27  K (s. 70): … kaşları, baygınlaşan gözleriyle âdeta birleşir, alnının altında çok mahmur, cazibeli bir gölge yapardı. Şurası var ki…

T: … kaşları, âdeta baygınlaşan gözleriyle birleşirdi. Şurası var ki…

28  K (s. 71): Bu, dünyanın en basit, âdeta bir cebir muadelesini hatırlatacak kadar basit bir aşk hikâyesidir.

Mümtaz’la Nuran bir sene evvel bir mayıs sabahı…

T: Mümtazla Nuran iki sene evvel bir mayıs sabahı…

29  K (s. 72): … ile girmişti. Bu güzel erkekte…

T: … ile girmişti. Vâkıâ o da Fâhir’i sevmemişti. Bu güzel erkekte…

30  K (s. 72): … tanımıştı. Mümtaz alt salonda…

T: … tanımıştı. Daha güvertenin dip salonu açılmamıştı. Sahil vapurlarının takvimde kış hâlâ devam ediyordu. Mümtaz alt salonda…

31  K (s. 73): … Mümtaz’ı karşıladıkları gibi sevinçle karşılamışlardı.

Mümtaz genç kadının…

T: … Mümtaz’ı karşıladıkları gibi sevinçle karşılamışlar, Sabih ona Mümtaz’ın karşısındaki yerini vermiş, paketler masanın altına, döşemeye yerleştirilmiş, Sevim epeyce dolaştıktan sonra kendisine en rahat edeceği sandığı bir sandalye bulmuştu.  

Mümtaz genç kadının…

32  K (s. 75): … diye alay ederdi. İclâl’le Muazzez’in […]

Bu sabah da …

T: … diye alay ederdi.

Bu sabah da…

33  K (s. 76): … idare ediyorsa, onu da bu gözlerin parıltısı idare ediyordu.

T: … idare ediyorsa, onda da yaşamın her türlü değişikliğini bu gözlerin parıltısı idare ediyordu.

34  K (s. 77): … Biri çıksa da şunları tanıtsa, notaları neşredilse, diskleri yapılsa, hulâsa şu piyasa musikisinden bir parça kurtulsak. Düşünün bir kere Dede gibi bir adamı yetiştirmişsin, Seyid Nuh, Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, muazzam eserler vermişler. Benliğimizin bir tarafı yapılmış. Sen farkında değilsin; ruh açlığı içindesin… Felâket şurada; bugünkü nesil ortadan çekildi mi, çoğu ezbere olan bu eserler Mesela tek başına Münir Nurettin’in bildiklerini düşünün.

T: … Biri çıksa da şunları tekrar plaklara çekse. Düşün bir kere Dede gibi bir adamı yetiştirmişsin, Seyid Nuh, Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, muazzam âbideler koymuşlar. Sen farkında değilsin; ruh açlığı içindesin… Felâket şurada; bugünkü nesil ortadan çekildi mi, çoğu ezbere olan bu eserler ortada yok. Bir âlem kaybolacak.

35  K (s. 77): … – Hayır, dedi. İclâl burasını saklamış olacak…

Adile Hanım’ın sesi…

T: … – Hayır, dedi. İclâl burasını saklamış olacak…,

– İclâl bizimkileri sevmez… Ve içinden, “benimle alay etme” der gibi kızdı. Ne gülüyorsun sanki, insan çocukluğunda çiçek çıkarabilir. Ölmediğime şükret. Üçüncü Selim bile çiçek çıkartmış.

Adile Hanım’ın sesi.

36  K (s. 78): Birbirlerini seveceklerdi. Yoksa elâlemin …

T: Birbirlerini seveceklerdi. Bu Adile Hanım’ın hoşuna gitmiyordu. İclâl’e hücumu da bundandı. Yoksa elâlemin …

37  K (s. 81): … işe başlamışlardı. Zaten Adile Hanım…

T: … işe başlamışlardı. Bu kendisinden en tatlı zevki çalmak değil miydi? Gözünün önünde kendisine sormadan dost olmuşlardı. Zaten Adile Hanım

38  K (s. 83): Mümtaz, o gün kıskanç bir çocuk kafasının…

T: Mümtaz, o gün Moda açıklarından Büyükada’ya ancak gidebilecek koca bir zaman içinde kıskanç bir çocuk kafasının…

39  K (s. 83): … intikamını şimdi insanlıktan alıyordu. Bir elinin…

T: … intikamını şimdi insanlıktan alıyordu. Hiçbir akide hiçbir politika elinden kurtulmuyordu. Bir elinin…

40  K (s. 84): “Genç kadından ve kızından orada ayrılmak lâzım geliyordu.”dan sonra tefrikada şu bölüm var. (s. 82)

T: Talih ertesi akşam dönerken ikinci bir tesadüf hazırlamamış olsaydı, Mümtaz’la Nuran’ın münasebetleri, ihtimalleriyle zengin, fakat beslenemediği için kısır kalan o âşinalıklardan biri olarak sürüp giderdi. Mümtaz’a da bu rastlayıştan sadece, o sabahki heyecanının budalalığıyla, o saatten yakalayabildiği şeyler kalırdı; genç kadının beyaz boynu, arkasındaki pencereden zaman zaman görünen bulutlu mayıs sabahı, kül rengi bir deniz, henüz patlamamış lodosun -kaç gündür İstanbul’un üzerinde bir tehdit gibi sarkıyordu- kenarlarını tutuşturduğu, iyi dökülmüş madenden çiçekler, açık pembe erguvani şilteler, yastıklarla bir sedir gibi döşediği bir gökyüzü, ve bu çifte derinliğin sallanışları üzerinde her şeye rağmen hayattan memnun, tebessümünde ve gizlerinin parıltısında yaşayan, onlarla konuşan, kendi hayatına uzaktan âşina bir kadın hayali. 

[Kitapta bundan sonraki satırların denk düştüğü yerlerde tefrikada olmayan bir bölüm var. Bu bölümde Mümtaz ve Nuran’ın Ada’da kaldıkları tek gecede kurulan üç ayrı sofraya tanık oluruz. Bunlardan ilki ve en uzunu Mümtaz’ın aralarında İhsan ve Suad’ın da bulunduğu arkadaş çevresiyle geniş felsefi sohbetlerin yapıldığı yemektir. İkincisi Fâhir ve Emma’nın hesaplaşmalarla geçen yemekleridir. Üçüncü sofra Sabih’in teyzesi Sabriye Hanım’ın evinde kurulur. Burada Adile ve Sabih’in yanı sıra, Muazzez ve Yaşar Bey de vardır. Sofranın konusu Adileler’in vapurda karşılaştıkları Nuran’la Mümtaz ve aralarında hissedilen duygusal yakınlık ihtimalidir. Muazzez’in Mümtaz’a, Yaşar Bey’in ise Nuran’a tutkun olması bu yemeği romanın dramatik kurgusu açısından önemli kılar.

Kitapta bundan sonraki konu ve diyaloglar farklı işlenmiştir. Kitapta Mümtaz, Nuran’ın Fâhir’le karşılaşmasına gizlice şahit olur. Vapurdaki ikinci karşılaşmalarında ise Nuran Mümtaz’a ailesinden ve Mahur Beste’den söz eder.]

41  K: sayfada “Mümtaz’ın içini” … diye başlayan paragraftan s. 106’daki, “Hakikatte büyük bir eşikteydi” diye biten paragrafın (41 s diye işaretli) son cümlesine kadar olan bölüm yerine tefrikada şu bölüm vardır.

T: Sizde bir şey var, ne oldu?

– Hiç… Anlatılacak gibi değil. Gözlerini kapadı; âdeta kendi içine çekilmek, orada dinlenmek istiyordu. Bu haliyle çok uzaklarda gibiydi.

– İnsanlar bazan lüzumsuz yere fena ve zalim oluyorlar. 

Mademki Nuran böyle söylüyordu muhakkak insanlar zalim, çok zalim olabilirlerdi. Onun için Mümtaz’ın da içini, büyük bir hüzün sardı. Genç adam çok sonra, Nuran’la iyice tanıştıktan sonra bir akşam evvel olan biteni öğrendi. Kadın kızıyla beraber akşamüstü gezmeye çıkmıştı. İkisi de başka türlü bir tabiat ortasında bulunmaktan memnundular. Fakat birdenbire Fâhir’le Emma, kol kola karşılarına çıkmıştı. Nuran ilk önce görmemezlikten gelmiş, fakat Sevim, babam, babam… diye bağırmıştı. O zaman Fâhir, sanki aralarında hiçbir şey yokmuş, sanki henüz 1927 baharında imişler gibi yanlarına yaklaşmış, hal hatır sormuş, bir yabancının çocuğunu okşar gibi Sevim’in yüzünü ve saçlarını okşamış sonra Emma’ya o lânetli Fransızcasıyla:

– Nasıl, güzel değil mi? demişti.

Nuran, Fâhir’in sevgilisini ilk defa görmüştü. Cedlerinin iki asır at sürdüğü, cenk ettiği ovalarda yetişen bu acayip kısrak, çok şefkatli bir kişneme ile çocuğa yaklaşmış, yeni öğrendiği Türkçesiyle harfleri birbirine geçirerek, “Maşallah, Allah bağışlasın” gibi iltifatlar etmişti. Sevim hayretten, kıskançlıktan put kesilmişti. Dudakları titriyor, gözleri yaşarıyordu. Daha fazlasına tahammül edemeyen Nuran, çocuğunu kapmış, boş giden bir arabaya atlamış, eve dönmüşlerdi. Nuran’ın niyeti o sabah Sevim’le dönmekti. Fakat halası çocuğu bırakmamış; ben idare ederim, sen git istersen! demişti.

Asıl garibi çocuğun babasına düşkünlüğüydü. Bu acı sahneden sonra bile, ilk hiddeti geçince annesine bakarak:

– Ben dünyada babamdan vazgeçmem! demişti. 

Fakat bu tesadüf Nuran’ı Fâhir’den ölesiye soğutmuştu. Hulâsa, genç adamın haberi olmadan talih onun lehinde ve aleyhinde bir yığın çalışmıştı. 

Sevim’in babasına bu şekilde tesadüfü, yaşamak için dışarda bir şeye tutunmak ihtiyacında olan küçük kızda, babasını tekrar ele geçirmek ihtirasını uyandırmıştı. Böylece bir küçük kızın inadı yüzünden ömrünün büyük merhalelerinden birine giden tek yol, saadet şehrinin en emin, en rahat kapısı Mümtaz’a kapanmış bulunuyordu. Sonuna kadar surların dışında, açılmayacak kanatların önünde kalacaktı. 

Fakat aynı zamanda birçok şeyleri onun için kolaylaştırdı. Bu akşamın tesadüfünden sarfınazar, genç kadın, öteden beri İclâl’in ve arkadaşlarının taşıdığı havadislerle az çok hayatına girmiş saydığı, dün sabah o kadar beğendiği, hoşlandığı Mümtaz’a karşı, artık duygularını gizlemek kudretini kendisinde bulmuyordu. Zaten içindeki hiddetin yerine yavaş yavaş yalnızlığının şuuru geçmişti. Tıpkı bu kül rengi deniz ve üstündeki aynı renkte gökyüzü gibi, bir boşluğun içinde yüzüyordu ve tıpkı demin o bulutların tesadüfünden boşanan ve yeryüzünde küçük bir çiçek dalı uzatılmış gibi oynayan, ve şimdi bütün salonu dolduran güneş ışığı gibi, Mümtaz’ın düşüncesi içindeki bu boşluğu doldurmaya hazırlanıyordu. 

Hakikatte geceden beri Nuran, Sevim’in hırçınlığından ve hayatının uygunsuzluklarından bu düşünceye sığınarak yaşamıştı. Bütün gün gülünç olduğunu kendisine tekrar ede ede içinden genç adamla hasbıhaller etmişti. Onun için iskelede onunla karşılaşınca sevincini ancak gizledi. Fakat kendisine doğru mahcup ve dost gelişinden, ürkek ve yalvarır gibi gülümsemesinden, ve bütün bunların hıncını alıyormuş gibi kendisiyle başının üstünden etrafını seyrederek konuşmasından memnundu.

Mümtaz, ne genç kadının varlığından gelen bir itişle kendisini seçtiğini, ne de küçük Sevim’in hayatında bir türlü  yenemeyeceği bir engel olabileceğini aklına getiriyordu.

42  K (s. 107): … içlerinden konuşuyorlardı.

Üsküdar’ı açıkları…

T: … içlerinden konuşuyorlardı.

– Hiçbir şey yeniden başlamıyor, hiçbir şey dışarıdan gelmiyor. Belki ömrüm, yalnızlığın terbiyesini aldığı için, bitmez tükenmez saatlerin mahpusu olduğum için kendimi bu kadar zengin görüyorum. Ben bu çocuğu yeni mi tanıdım? Onu tanımadım ki, buldum. Dün sabah, Boğaz’dan inerken onu uzaktan gördüm, yanımıza oturmasını istedim. Fakat sağımda Sevim, solumda çantamız vardı. Yokuşun yorgunluğu olmasaydı, çantamı öyle yanıma koymazdım, kucağıma alırdım. O gelince elimi zor tuttum. Biz, anne kız teyzemize gidiyorduk. İki hayat artığı gibi birbirimize sokulmuş, birbirimiz için yaşadığımızı sanıyorduk. Bununla beraber bu toy delikanlıyı görünce onun yanımızda veya karşımızda oturmasını istiyordum ve bunu istediğim için ona bakmıyor, bakışlarımdan belki anlar diye önümüzdeki boş yere bakıyordum. O, daha ileriki sıraya oturmayı tercih etti. İlk önce İclâl’in sınıf arkadaşı Muazzez için sandım. Belki de öyle idi. İnsan bir tanıdığını görünce istemese bile yanına gider. Fakat yol boyunca onunla konuşurken hep bana baktı. Öyle ki yüzümü Sevim’den başka yere döndüremez oldum. Bakışlarıyla karşılaşmamak için hep Sevim’e baktım, Sevim’e, bir de ayakkabımın uçlarına. Ayakkabımla pardösümün birbirine uyması ne kadar fena. İnsan niçin sade gri renk giyinir? Başka insanların görünmemek için mi? Fakat görünüyorum işte. İşte dün sabah ben göründüm, beni gördü. Yüzlerce insan arasında en az görünmesi lâzım geleni gördü. Demek ki gizlenmek beyhudedir. 

Onu tanıyorum. İclâl her zaman ondan bahsederdi; o bizim Mümtaz’dı. Bizim Mümtaz, hem sınıf arkadaşları, hem asistanları. Kaç defa hikâyesini dinledim. Şımarığın biri, dünyanın en iyi dostu. Yarın Mümtaz bizi eski saraya götürecek. Mümtaz’a sordum, aldırma, dedi. Söylenenleri dinlemediğimi sanıyorum. Fakat dün sabah, onları içimde yavaş yavaş birikmiş, bir tarafımda toplanmış buldum. O kadar ki daha vapurda, kendi içimde onun bir yüzü bulunduğunu anladım.  

Sonra Ada vapuruna bindim. Karşı karşıya oturduk. O zaman başka bir Mümtaz gördüm. Sabih’in söylediklerini dinler görünürken beni sayan Mümtaz. Beyaz dişleriyle, gür saçıyla, o acayip hortum gibi etrafa uzanan burnuyla, kendisine hiç inanmayan tebessümü ile bu Mümtaz’ı da içimde tanıdım. Kendi içimde, beni bekliyor buldum. Demek ki dışla için arasında hiçbir duvar yok. 

Halbuki bu çocuğu tanımıyordum. Tanımadığım için rahattım. Başımdan o kadar şey geçmesine, hayatın bir tarafta unutup bıraktığı bir mahlûk gibi yaşamama rağmen rahattım. Çünkü dünyaya kapalıydım. Derim, rüzgârlara serleşmişti ve duyumlarım itiyatlarımın ötesine geçmiyordu. Avuç içi kadar bir yerde yaşıyordum. Hiçbir şey istemiyordum. Çözülmesinde vazgeçilsin, karışık bir ipek çilesinden, çözülmesi imkânsız bir yumak, bir düğüm olmuştum. Fakat şimdi öyle değilim. Bütün dünyaya açıldım. Belki şimdiye kadar çektiklerim, bundan sonra duyacaklarımın yanında bir hiç olacak. Tenimde ve ruhumda beraberce yaşayacağım. Belki de kendi kendimle hep tezat halinde kalacağım. Her an ufuk eskiteceğim. Hiçbir rüzgâr beni serinletmeyecek; ondan esenler bile. Çünkü içimde dünya ile ölçüşen bir taraf var. Kıştan uyanan toprağa, terkibi müstakil kâinatlar kurmaya hazırlanan, bunun için dağılan, birbiriyle itişen nebuleuse’lere benziyorum. Yaşadığım her ânın yeni bir âlemin çekirdeği olmasını istiyorum. Bütün bunlar, onu birdenbire karşımda değil, kendi içimde, kendi derinliğimde bulduğum için oluyor.

Mel’un, çok mel’un, fakat emsalsiz derecede güzel bir eşikteyim; kovuklarının uğultusu, yosun kokusu, dalgalarının güneş parıltısı beni her an kendine çeken bir kayanın üstünden sonsuzluğa sıçramaya hazır bekliyorum.

Akşamın önümüzdeki dalgalar üzerinde sıçrayan ışıkları gibi bu uçurumda, bir dalganın tepesinden öbür dalganın tepesine atlamaya hazır bir şevk, sade kıvılcım, sade parıltı, sade kendisini tüketme olan bir ihtiyaç, bütün vücudumu sardı. Asıl anne şimdi oldum. Hiç doğurmadığım, doğurmayacağım çocukların annesiyim. Başta kendim olmak üzere…

“Onu bir daha görecek miyim? Bunu düşünmüyorum bile. Fakat bu genç adam, bu sert ve ağız etlerini buruşturan meyva  yüzlü çocuk, bende bir uçurum uyandırdı. Bu uçurum beni kendine çekiyor. Nerde dün sabahki donuk, her şeye kapalı ruhum, pörsümüş tenim. Kim beni tekrar hayatın kenarında tek başına mevcut olmaktan memnun bir nokta yapabilir. Şimdi sabah safalarına benziyorum, yüzüm güneşe döndü. Onunla beraber bahçeyi, ağaçları, arıların vızıltısını, böceklerin sesini, kuşların uçuşunu keşfettim. Mevsimler tenimde konuşuyor; daha şimdiden sonbahar rüzgârlarını, siyah kışı duyuyorum, ruhum her şeye birden sarılmak istiyor.

Mümtaz o gün genç kadına neler anlattı? Bunu kendisi de bilmiyordu. Fakat başa vurduğunu hiç belli etmeyen bir içki ile sarhoştu. İçinde bir yumak çözülmüş gibi durmadan konuşuyor, bir söylediğinden biraz sonra kendisi pişman oluyor, bir yığın mantıksızlığın içinde olduğunu, birinden kurtulayım derken öbürüne geçtiğini fark ediyor, utanıyor, genç kadının kendisini dikkatle dinlemesine şaşırıyor. Sustuğu zaman onun tebessümünü görüyor. 

Bu tebessümün altında bir şeyler yapmadan duramayacağı için tekrar söze başlıyordu. Evet bir şey yapmak daha çok iyi olacaktı. Mesela beraberce yüzmek, ağaçları budamak, bahçenin otlarını yolmak. O zaman işten kalkan başları birbirine gülümserler, küçük dikkatlerle birbirini uyandırırlar ve Mümtaz da böyle başıboş konuşmaz, bir hikâyeden öbürüne atlamazdı. Ona bu bir saatlik yolculukta neler anlatmadı? Sonra her başladığı hikâye ne kadar çabuk bitiyordu. Sanki Mümtaz’ın kelâmı İncili Çavuş’un hikâyesindeki meşhur attı, onun gibi Maşrık’la Mağrıb’ı bir adımda atlıyor, sonra, “İşte bu da bitti, şimdi ne yapacağız?” diyordu. Elleri durmadan birtakım işaretler yapıyor, üst üste farkında olmadan maskeler değişiyordu. Ara sıra anlattıklarına Nuran yüksek perdeden gülüyordu. O zaman, “Bu sefer muvaffak olduk… Devam edelim!” der gibi düşünüyor. Fakat bir türlü aralarında bir köprü sandığı bu neşeyi devam ettirecek bir ikinci fıkra, yahut hikâye bulamıyordu. Nihayetinde “bütün bunlardan bu kadıncağıza ne?..” diye kendi kendini sorarak sustu.

Mümtaz bilmiyordu ki o konuştukça, güzelliği, olgunluğu kendisini şaşırtan bu mahlûk, iflas etmiş bir hayat ve ten tecrübesinin üstünden ona bakan kadın, görünmeyen ağların etrafını sardığını duyuyor, ve kendi derinliklerinden güneşe çıkmış olmanın verdiği sarhoşluk içinde bu ağda, bu tesadüf tuzakta yakalanmış olmaktan zevk alıyordu. Orada kendi konuşmasının halkaları içinde bütün süslerinden ömrünün kederlerinden soyunmuş, çırçıplak bekleyen bir mahlûk vardı. Bu erkeğinde, büyük insiyakları şaşmayan isabetiyle kadındı.

“Daha onu sevdiğimi sanmıyorum… Fakat onu kabule hazırım. Bundan ötesi tesadüfün yardımına, yahut ondaki arzunun kuvvetine bağlıdır.” 

Onun için, hattâ ne söylediğini dinlemeden delikanlıya bakıyor, “Ör, ağını ör, diyordu. Madem ki kadın biraz da kulaktır. Bu  saz oradan kurulur, bu teller oradan gelir ve işler, konuş…”

Bazan Mümtaz duruyor, düşünüyor, genç kadın dalgaların iniş ve yokuşundan kumsala çıkmış gibi nefes alıyor; bir müddet kendi kendilerini dinliyorlardı. Sonra bakışları tekrar birbirini yakalıyordu.

“İclâl’in ve Muazzez’in dostluklarından, Macide’nin arkadaşlığından, bir yığın münasebetsiz ahbaplıklardan başka bir ufuktayım. Ömrümün bir tarafı sular altında kaldı. Şimdi iki uç birleşiyor; çocukluğumla bugünüm. Bu kadınla bende birçok şey değişti; kendime başka türlü sahibim. Adalelerimi başka türlü kuvvetli buluyorum. Bir uykudan uyanmış gibi etrafı yeniden keşfediyorum. Bu nedir? Bilmiyorum. İçimde aydınlığın sazları kuruldu. Hiçbir dua bu kadar güzel, derin olamaz; Allaha giden en kısa yolun başında mıyım? Halbuki, bütün şaşkınlığıma rağmen bir elmas kadar vâzıhım ve o kadar katı, etrafımda toplanan hayata bakıyorum.”

O da kendisini bir eşikte sanıyordu. Bulunduğu yerden her şey başka türlü görünüyordu. Renk, şekil, ses, her şey bu eşikten bakıldığı zaman bir mucize idi.

Üsküdar açıkları…

43  K (s. 108): Kitapçı paranın üstünü verdi.

Sonra…

T: Kitapçı paranın üstünü verdiği zaman o yan tarafta üst üste duran kitaplara doğru bir adım attı. 

Deminden beri gözüne ilişen bir kitabı aldı. “Bugün artık o kadar okunmuyor ama, benim sevdiğim kitaplardandır, size hediye etmek istiyorum…” Nuran teşekkür etti.

Sonra.

44  K (s. 108): Daha dün sabah vapurda uzaktan gördüğü, sonra bir …

T: Daha dün sabah vapurda uzaktan gördüğü, yolda yürüyüşündeki edayı beğendiği, sonra bir…

45  K (s. 110): .. kendisini rahat bıraksa

-2-

Boğaz vapuru başka türlü…

T: … kendisini rahat bıraksa.

Fakat gitmek şöyle dursun, elinde kendi kitap ve gazeteleri yanıbaşında iki bacağının üstünde hiç ayrılmayacakmış gibi, koparılması güç bir ağaç gibi iskelenin asfaltına yapışmış, duruyordu. Sade öyle olsaydı, gene iyiydi. Bütün bir dalbudakla, görünmez ağlarla, ince sinirler ve yapraklarla ona, kendisine, Nuran’a sarılmıştı. Bu bir günde olan işti. Fakat kim bilir kaç senede sökülecekti! Genç kadın bunu artık düşünmüyordu. Bu acayip mengenenin, bir kökü kendisinde çalışan, kendi derinliklerinden gelen bu tufeylî nebatın böyle dört tarafından büyümesinden, kendisini sarmasından, içine almasından memnundu. Bu başka tarafıydı; bir gündüz safası gibi güneşe dönmüş tarafıydı.

Kalabalığın küçük bir itişiyle Nuran yerinde sendeledi. Mümtaz onu belinden tuttu ve bir daha kolunu çekmedi. Bunu bütün mahcuplarda olduğu gibi, daha ziyade bir nevi intihara benzeyen âni bir kararla, mesela kendisini bir uçurumdan bırakırcasına yapmıştı. Genç kadının hiç umulmadık bir teslim oluşu vardı. Yumuşak vücut onu işleten gergin zemberekler, hepsi birden bir dalgaya gömülür gibi kendilerini bırakmışlardı. İkisi de içlerinde saniyeleri sayarak kendilerine mühletler vererek bu vaziyette kaldılar. Neden sonra Mümtaz elini Nuran’ın belinden çekti; fakat genç kadın bütün vücuduyla ona yaslanmakta devam etti.

Boğaz vapuru başka türlü…

46  K (s. 110): … zevki değiştiği zaman, kendi içine çekilmiş, hayatında geçmiş modaları elinden geldiği kadar muhafaza etmiş, hulâsa…

T: … zevki değiştiği zaman zevkini değiştirmiş, hulâsa…

47  K (s. 113): hayali görünüyorlardı. İskele meydanları daha geniş bir hayat vaad eden ışıklarıyla bu âhengi kırıyordu. Hemen her penceresi…

T: … hayali görünüyorlardı. Hemen her penceresi…

48  K (s. 114): Onu tanıyanlar camdan evde oturuyorlar.

Mümtaz:

– Ama fotoğrafı bana o göstermedi. Hattâ siz olduğunuzu ben kendim tahmin ettim, dedi.

Genç kadın…

T: Onu tanıyanlar camdan evde oturuyorlardı.

Genç kadın.

49  K (s. 115): Kandilli önlerinden ayrılmamıştı. Şüphesiz isteseydi doğrudan doğruya İclâl’den bunu rica eder, yahut da İhsan’ın vasıtasıyla Tevfik Bey’i görmeye giderlerdi. Fakat hislerinden bir başkasına bahsetmek istemediği için, sessiz sedasız sahili muhasarayı tercih etmişti. Henüz yelken mevsimi değildi.

T: Kandilli önlerinden ayrılmamıştı. Henüz yelken mevsimi değildi.

50  K (s. 116): Nuran Mümtaz’ın bu kadar çapraşık yollardan becerikli olmaya kalkışacağını hiç sanmamıştı. İclâl’in hikâyesini dinleyince o da güldü.

T: Nuran Mümtaz’ın bu kadar becerikli olabileceğini hiç sanmamıştı. Fakat genç adamın kendisini ancak İclâl’le bulabileceğini biliyordu. İclâl’in hikâyesini dinleyince o da güldü.

51  K (s. 119): … bir mana veren bir şey vardı.

T: … bir mana veren bir ifade, içten onarılmış bir duruştu.

52  K (s. 120): Fakat istisnaları…

T: Fakat istiğnâları..

53  K (s. 122): Mümtaz onlara burasının, asıl binanın denize bakan kısmı olması lâzım geldiğini söyledi. “Belki de yukarıdaki koru ilk önce buraya aitti.” Fakat o değilse bile…

T: Onlara burasının asıl binanın denize bakan kısmı olması lâzım geldiğini söylüyordu. Arka taraftaki binayı gezmemişti. Fakat o değilse bile…

54  K (s. 124): … tezgâh durmadan işler. Fakat siz niçin saadeti aramıyorsunuz da büyük işi arıyorsunuz!

 Nuran’ın cevabı onu şaşırttı:

 – İnsanlar o zaman kendilerini daha rahat hissediyorlar! 

 Mümtaz:

 – Ama o zaman etrafları daha fazla rahatsız oluyor!

 Kavaklar’a kadar akşamı seyrede ede gittiler. İclâl kendi hülyalarına dalmıştı.

 T: … tezgah durmadan işler.

Çünkü yalnız bu herkesin içinde suyun yüzünden akanlarla, derinlere dalanları ayırmak lâzım. İkinciler bazen suyun yüzüne çıkarken bir şeyler getiriyorlar. Gözlerinde bir parıltı, ellerinde biraz sıyrık ve büyüğü, meçhulü, her şeyi örteni tanımanın verdiği tecrübe. Bu aşk olur, sanat olur, düşünce olur.

Yarı karanlıkta birbirlerinin gözlerini arayarak konuşuyorlardı. İclâl kendi hülyalarına dalmıştı.

55  K (s. 124): … kendine ayırabildiği tek yerdi… “Hayır, hiçbir şey söylemem!” Fakat havadis de mükemmeldi. “Ömrümde bir kere zafer kazanacaktım.”

Mümtaz o gece Nuran’ın o kadar tahayyül ettiği evini göremedi.

T: … kendine ayırabildiği tek yerdi.

Mümtaz o gece Nuran’ın o kadar istediği evini göremedi.

56  K (s. 124): … beklemişlerdi. Mümtaz işte orada Nuran’dan, bir daha, ve Dede’nin Sultanîyegâh bestesiyle Talât Bey’in Mahur Bestesi’ni dinledi.

-6-

Nuran söz verdiği gün geldi.

T: … beklemişlerdi. Mümtaz Nuran’ın sesini ilk defa bu akşam dinledi. Genç kadın ona ancak kendilerinin işitebileceği bir yükseklikte Dede’nin Sultanîyegâh bestesini okudu. Sesi ağır ve genişti.

Yar misâlini ne zemin ne zaman görmüştür. 

Bu sesin yoklayışları ile etraflarındaki gece bir Çin kâsesi gibi dolup boşaldıkça, Mümtaz, hayatında da çok yeni bir kapının kendisine açıldığını anladı.

Bu sesin kanatlarının kendisini nerelere götüreceğini daha iyi bilmiyordu. Fakat onun pençelerinde asılı olduğunu, kendi günlerinden çok uzaklara taşındığını, bu gece, hemen buracıkta bu yaşa kadar sürdürdüğü etüdyen hayatını, o lâtif kayıtsızlıklar dünyasını kapattığını duyuyordu. 

Şimdi zaruri olarak eşya ve insanlarla başka türlü konuşacaktı. Daha şimdiden tepesindeki yıldızların başka türlü parıldadığını görüyordu. Ebedi dönüşün kervanına katılmıştı. Ya çemberle beraber sonuna kadar dönecek, yahut bir köşesine fırlatılıp atılacaktı. Yarı karanlıkta genç kadının yüzüne ve ellerine baktı. Artık onu tanımıyordu. Şimdi o, ne deminki gibi sadece arzularının büyülü aynasıydı, ne de birkaç gün evvel gördüğü zaman düşündüğü gibi ömrün bizden müstakil, bizim dışımızda o büyük başlangıçlardandı. Üstlerine çöken yıldızların ve karanlığın bu küçük lokması şimdi onun için her şeydi.

Nuran söz verdiği gün geldi.

57  K (s. 129): … süzülerek geliyordu. Soğuk su, fena uyunmuş gecenin ağırlığını aldı. Bir tanıdık sandalıyla, kendisinin de kimler için, o bir anda gelip geçen düşünce veya vehim kılığına büründüğünü düşünmeden…

T: … süzülerek geliyordu. Etrafındaki rutubete rağmen soğuk su onu diriltti. Kimler için, o bir anda gelen düşünce veya vehim kılığına büründüğünü düşünmeden…

58  K (s. 130): … küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkan mahlûktur. “Hangi büyük mucize bizi bu korkudan kurtarabilir?..” Fakat Mümtaz bu anda yalnız

T: … küçük hesaplar vardır. Fakat Mümtaz seviniyordu.

59  K (s. 130): – Ne dik yokuş yarabbim, diyordu.

Üç gün kendisiyle didişmişti.

T: – Ne dik yokuş yarabbim, diyordu.

Fakat yüzü yorgunluktan ziyade sevinçle, kendi kendisini yönetmenin bahtiyarlığıyla parlıyordu.

Üç gündür kendisiyle didişmişti.

60  K (s. 131): … bir yığın şey de ona karşı geliyordu.

Bu üç günde büyük annesinin…

O gün Mümtaz için…

[Yukarıdaki cümlelerle başlayan paragrafların arasındakiler tefrikada yok (kitap s. 131-135).

 

 

 

Buna karşılık tefrikadaki şu bölüm de kitapta yer almıyor:]

T: … bir yığın şey de ona karşı geliyordu. İkinci bir aşk tecrübesi ona gerçekten ağır görünüyordu. Kendisini kâfi derecede yaşamış buluyor, tekrar her şeye yeniden başlamaktan çekiniyor, buna kuvvetleri yetmeyeceğini sanıyordu. Bununla beraber yaratılıştan sakin olduğu için gece erkenden yattı. Bir dükkân kepengini kapar gibi gözlerini bu yorucu tereddütlerin üzerine kapadı. Son kararın son dakikada verileceğini biliyordu. Hattâ ne düşünse, ne yapsa gene Mümtaz’a gideceğini biliyordu. Onun için yaptığı ağır nezri ertesi sabah yerine getirecek adamın sükûneti içinde uyudu.

Fakat ertesi sabah kapıdan çıkarken o kadar sakin değildi. Atlayacağı eşik mühim bir merhale idi. Onu bir kere geçtikten sonra eski Nuran olması çok güçtü. Onun için eşikten evin küçük bahçesine aynı insan olarak tekrar görecek miyim, diye baktı. “Hiç de matemin insanı değilim” diye kapıyı üstüne kapattı. Bununla beraber yolda vapuru kaçırmak, Mümtaz’ı beyhude yere bekletmekten üzüntü duyuyordu. Bir an evvel orada olmasını ne kadar istiyordu.

O gün Mümtaz için…

61  K (s. 137): … takdisini almış gibiydi.

Mümtaz o gün Nuran’ın güzelliklerinin yanı başında bir kadının bir evi benimsemesinin lezzetini de tattı.

“Daha ilk geldiğim gün sevdim…” diye bu küçük evden bahsediyordu.

Nihayet akşamüstü…

T: … takdisini almış gibiydi.

Nihayet akşamüstü.

62  K (s. 137): … hiçbir dikkati esirgemiyordu.

Bununla beraber…

T: … hiçbir dikkati esirgemiyordu.

Nuran, üç cümleden fazla konuştuğu, hele dikkatle dinlendiğini hissedince yüzü mahcubiyetten kızaran insanlardandı. İffet onun tabiî elbisesiydi. Bununla beraber…

63  K (s. 138): … o tapınma hissine bir nevi korku karışmıştı.

7

Adile Hanım bu yaz Taksim’deki evinden çıkmamıştı. Yeni baştan…

T: … o tapınma hissine bir nevi korku karıştırmıştı. 

İlk günlerden sonra münasebetlerini biraz daha alenileştirmek için birkaç arkadaş ve tanıdıkla beraber bir deniz gezintisi yaptılar. Mümtaz’ın sandalı her an batma tehlikeleri geçirerek ağzına kadar kahkaha, eğlence dolu, Boğaz’ı baştan başa geçti, Marmara açıklarına çıktı; Moda’ya, Fenerbahçe’ye, Suadiye’ye uğradı. Akşam yemeğini Suadiye’de yediler. Dönüşte -Mümtaz misafirlerini hep Anadolu kıyısından ve İstanbul’dan seçmişti, onun için -Kabataş iskelesine Muazzez’i ağabeyiyle çıkarttıkları zaman o gece Nuranlar’da yatacak olan İclâl’le üçü kaldılar. Bu hakiki bir nefes alma idi. Bütün gün genç kadın da, Mümtaz da kalabalıktan bunalmıştılar. Mümtaz motoru Mehmet’e teslim etti. Ve sevgilisinin yanına oturdu. İçinde bir daha kendisini bırakmayan garip bir saadet hissi vardı. Bütün yaz bu his ona, saadetlerinin bu tek mevsiminde ölmeyi gizli gizli temenni ettirdi. Bir ömür, zirvesinde, her şeyin bir ziya çağlayanı gibi kaynaştığı o tek noktada unsurlar ve kaderin irademize bağlı olduğu vehmini verecek kadar bizimle yürüdüğü anda bitmeliydi. Fakat genç kadına bunu açtığı zaman -kafasından geçen her şeyi Nuran’ın bilmesi onun için bir nevi nizamdı-, “Daha çok güzel günlerimiz olacak!” diye elini okşadı. Sonra tekrar evlenmeden bahsettiler.

Nuran’ın henüz mahkeme kararıyla karı kocaya verilen memnuniyet cezası bitmemişti. Onun için tasavvurlarının açığa vurulmasını istemiyordu. Kim bilir içinde Mümtaz’ın o hiçbir kuvvetin zorlayamayacağına inandığı iç kalede bu evlenmenin hiçbir zaman olamayacağını sanıyor ve bundan korkuyordu. Daha şimdiden Sevim, hırçınlıklara başlamıştı. Komşunun küçük, dört beş yaşındaki ahretliğine -kim bilir, belki de bu kızcağızı, oyunu daha acıklı olsun diye seçmişti-, artık annem bana arkadaş değil, yalnız başına geziyor, sen her gün buraya gel, benim biricik dostum ol, olmaz mı kardeşim, demişti. Bunları garip, inat, hırs, kıskançlık dolu, her tarafından hapsedilen hislerin kemirdiği incecik bir sesle söylemişti ve sonra kızın koluna girmiş, onu bahçenin öbür tarafına arkasına bakmadan götürmüştü. Bu, anasına bağlı hasta çocuk ruhundaki her arıldığı ağacı kemiren ve nefes olma imkânı bırakmayan tufeylilere benzeyen kıskançlığın ilk icadı idi. Gezintiden bir gün evvel de, “Anne sen evlenince beni Kandilli Lisesi’ne verirsin, olmaz mı?” diye yalvarmıştı.

Bütün bunlar köprüleri tehlikeye gelmeden, düşman görünmeden evvel atma cinsinden bir tabiye, bir sevkülceyş oyununa benziyordu.

Ve Nuran biliyordu ki kendisiyle vazife hissi arasında kaldığı gün, kendisini silmemek elinde değildir. Onun için evlenme bahsini açmasından üzülüyor, zihnen iyi ve sağlam bir hal şekli bulana kadar buna dönmek istemiyordu.

Bir hafta sonra İclâl’in evindeki çay münasebetiyle biraz daha etrafa ilan etti. Bu, evlenmelerinin gecikmesi ihtimalini düşünerek Nuran’ın aldığı bir nevi tedbirdi. İlk günlerin tereddüdü geçtikten sonra genç kadın işi gizlememeye karar vermişti.

Bir başka gün Sabihler’de buluşmaya karar verdiler. Adile Hanım bu sene Taksim’deki evinden çıkmamıştı. Yeni baştan…

64  K (s. 142): … Tab’î Mustafa Efendi’nin bestesi cinsinden birkaç eserinde de Dede’nin bazı eserlerinde beğenirler. Hicaz’dan Hacı Halil Efendinin meşhur semâisini bilirler. Uşaki Hacı Arif Bey’in meşhur iki şarkısıyla Suzidilârâ-yı Selim-i Sâlis’in kaderiyle birleşmiş…

T: … Tab’î Mustafa Efendinin bestesinde, Dede’nin bazı eserlerinde, beğenirler. Uşaktan Hacı Halil Efendi’nin meşhur semâisini bilirler; Suzidil-ârâyı Selim-i Salis’in kaderiyle birleşmiş..

65  K (s. 143): Buradaki “anneanne” Remzi baskısında “babaanne”dir.

66  K (s. 144): İşte bu gece Sabihler’de üst üste onun için Nühüft’ün Sultanîyegâh’ın burçlarını açarken, küçük kırmızı hareli sofra örtüsünün üstünde, o kadar sevdiği…

T: İşte bu gece, gene Sabihler’de tanıdığı bu eski bir musiki kendisini arkasından sürükleyerek üst üste onun için Nühüft’ün, Sultanîyegâh’ın burçlarını küçük kırmızı kareli sofra örtüsünün üstünde onun o kadar sevdiği…

67  K (s. 144): … kendisine hitap eden değişik ifadeleri, ve hiç eksilmeyen

T: … kendisine hitap eden değişik ifadeleri, zaman zaman şişen boyun adaleleri, küçük gül yaprağı yüzünden hiç eksilmeyen…

68  K (s. 144): … onun için pek farkında olmadılar.

Seyid Nuh’un Nühüft bestesi…

T: … onun için pek farkına varamadılar.

İkinci ziyaret daha az sıkıntılı, daha sakin, fakat netice itibariyle Mümtaz için daha zalim oldu. İclâl bir hafta için Nuran’da misafirdi. Genç kadın bunu fırsat bilerek Mümtaz’ı ailesiyle tanıştırmak istedi. O gün Mümtaz, Nuran’ın annesini, biraz manyak, eski zevkli, titiz bir ihtiyar olan dayısını, onun hemen babası kadar yaşlı keyif düşkünü oğlunu, yakından tanıdı. Hepsiyle hemen o gün dost oldu.   Dayı beyle Tanzimat paşaları üzerinde bir münakaşaya girdi. Oğluna, bazı Anadolu vilâyetlerinde yapılan saman ve dut rakısı hakkında izahat verdi. Niğde şaraplarını anlattı. Rum kızlarının güzelliğine dair Enderunlu Fazıl’dan okuduğu beyti yüzü kızararak beğendi. Nuran’ın annesine, Nizib muhaberesinde şehit düşen büyükbabasından bahsetti. Sevim’i bir iki defa dizlerine aldı, fakat bu sonuncu tecrübe, istediği muvaffakıyeti vermedi…

Acemaşiran’ın ikliminde dolaşmaları, yılanı deliğinden çıkarmaya benzeyen bu ziyaretin en güzel tarafı oldu.

 69  K (s. 145): Nuran sık sık bahsettiği…

T: Üçüncü ziyaretleri daha başka türlü oldu. Nuran sık sık bahsettiği…

70  K (s. 146): … Bunlar Nuran’ın annesinin eski mutasarrıf neyzen Rasim Bey’in karısı tarafıydı. [s. 146]

9

Nuran’ın evine kabul edilmek saadeti… [s. 154][Kitapta bu cümlelerin arasında yer alan sayfalar (146-154) tefrikada yok. Fakat bu sayfalarda genişçe işlenen meseleler tefrikada aynı cümleler arasında yer alan şu kısa bölümle geçiştirilmiş:]

T: … Bunlar Nuran’ın annesinin eski mutasarrıf ve neyzen Rasim Bey’in karısı tarafı idi.

Nuran’ın dayısı İbrahim Bey çok başka türlü adamdı. Tulumba kaldırmış, güzel sesi yüzünden semtlerinde ve bilhassa dindar olduğu, yahut mahalleden bir kadına âşık olduğu zamanlar, sabah ezanı okumuş, Harb-i Umumi’de kazandığı büyük serveti gene o senelerde yemiş, hovarda, eskiye meraklı, dışarıya birkaç seyahat yapmış, güçlü kuvvetli bir ihtiyardı. Karısı öldükten sonra Nuran’ın annesinin yanına gelmişti. On iki senedir bu köşkte, eski bir hattat ve Abdülhamit’in ciltçibaşılarından olan babasının eserlerini toplamakla yaşıyordu. İbrahim Bey sarayda iken Yıldız Fabrikası’nda çalışmış, epeyce tabak süsü yapmıştı.

Bizim tezhib sanatını seramiğe ilk tatbik edenlerdi. 

Mümtaz, bu köşkü ve oradaki eşyayı ve insanları görünce Nuran’daki hususiyetleri daha iyi anladı. Genç kadın eskinin terbiyesinden geçmişti. Daha doğrusu bu terbiye dağınık şekilde olsa bile kendisinde vardı.

Dayısının oğlu Yaşar ellilik bir bekârdı. Bu hariciye memuru İstanbul’da bulunduğu zamanlarını Kandilli’de geçirirdi. Yaşar’ın hayatta bir sefirlik yakalamak ihtirası bir taraf bırakılırsa bir tek zaafı vardı. O da Sevim’di. Nuran’ın çocuğunu inanılmaz bir şekilde benimsemişti. Âdeta kadınca diyebileceğimiz bu gür şefkat, Nuran’a ve annesinin küçük kıza vermek istedikleri terbiyeyi alt üst etmişti. Belki de kızcağızın sıhhati için o kadar zararlı olan huysuzlukları oradan geliyordu.

Nuran’ın evine kabul edilmek saadeti…

71  K (s. 157) ona gömüldükçe tamamlığına ererdi. Mümtaz bazen Nuran’a karşı olan sevgisini mutlak bir hücre yakınlığıyla izaha kalkışır ve aralarındaki ten anlaşmasında yaradılışın kendilerinde tecelli etmiş büyük sırlarından birini görürdü. Belki de Eflatun’un dediği…

T: … ona gömüldükçe tamamlığına ererdi.

Bu, belki de bir hücre kardeşliği idi. Belki de Eflatun’un dediği…

72  K (s. 158): Mümtaz onun yüzünün değişen ifadesinde, kadın yaradılışının sırlarından, yani Nuran için dahi meçhul olan taraflarından başka, her şeyi okuyabiliyordu.

Bu küçük çehrenin…

T: Mümtaz onun yüzünün değişen ifadesinden her şeyi okuyabiliyordu.

Bu küçük çehrenin…

73  K (s. 159): – Demek evlendikten sonra mutfakta unutulacağız.

Ve onu hakikaten…

T: – Demek evlendikten sonra mutfakta unutulacağız.

– Mücevher bir saat gibi, ömrün yarısı gibi…

Ve onu hakikaten…

74  K (s. 162): – Mümtaz, Üsküdar’da hakiki kadın saltanatı var…

Ertesi gün Rum Mehmet Paşa Camii ile Ayazma Camii’ni ve Şemsipaşa taraflarını yayan dolaştılar. Birkaç gün sonra Selimiye kışlasının etrafında kızgın güneş altında başıboş gezdiler. İstanbul’da açılan ilk hendesi caddeleri, o cazip ve mazi hülyası adlı sokakları, İstanbul akşamlarının…

T: – Mümtaz, Üsküdar’da hakiki kadın saltanatı var…

Dönüşte Şemsipaşa taraflarını yayan dolaştılar. Fakat Nuran bu tek gezintiye doymadı. Birkaç gün sonra Selimiye ile Üsküdar arasında kızgın güneş altında başıboş gezdiler. İstanbul’da açılan ilk hendesi caddeleri, o garip isimli sokakları, İstanbul akşamlarının…

75  K (s. 162): … işlenmiş saçaklara bayılıyordu.

Bu gezintilerden…

T: … işlenmiş saçaklara bayılıyordu. Üçüncü Ahmet devrinin nakkaşı burada bütün bir modern sanat başlangıcıydı.

Bu gezintilerden…

76  K (s. 163): … Celvetî olurdum, dedi.

Fakat hakikaten inanıyorlar mıydı bütün bunlara?

– Şark bu, güzelliği de burada. Tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde âdeta mumyalanmış bir dünya fakat bir şeyi, çok büyük bir şeyi keşfetmiş. Belki vaktinden çok evvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş…

-Nedir o?

– Kendisini ve bütün âlemi tek bir varlık halinde görebilmenin sırrını. Belki de gelecek ıstıraplarını hissettiği için bu panzehiri bulmuş. Ama unutmayalım ki dünya ancak bu noktadan kurtulur.

– Bulduğu şeyin ahlâkını yapabilmiş mi?

-Zannetmem, fakat bu buluşta kendisini avuttuğu için hareket imkânlarını az çok azaltmış… Yarı şiir bir hülyada realitenin sınırlarında yaşamış… Maamafih bu hali benim hoşuma gitmiyor, deve kervanı ile seyahat gibi, ağır ve yorucu geliyor…

Mümtaz düşüncesinde…

T: … Celvetî olurdum, dedi. Adı hoşuma gidiyor. Bu c’le yok mu, onların birleşmesine bayılıyorum. Hemen sonra da v’nin gelmesi. Nuran’ın v harfine zaafı vardı.

– Şu velev kelimesine dilimi alıştırmak için çocukluğumda ne kadar çalıştım… Sonra alev.

– Sonra deve…

– Deve fena şey mi Mümtaz? Benim çocukluğumda Süleymaniye’de evimize kömür deve ile gelirdi. Mevsiminde pencereye oturur bir saatte kaç deve geçtiğini sayardım. Anadolu’da yer yer hâlâ deve var…

Mümtaz’ın düşüncesinde…

77  K (s. 163): – Akşamleyin boş ufukta deve dizisi ne kadar başka türlü oluyor…

– Ne acayip insanlar…

T: – Akşamleyin boş ufukta deve dizisi ne kadar başka türlü oluyor…

Kısıklı’da Üçüncü Selim’in Şeyhülislâm’ı Ataullah Efendi’nin hocası Münib Efendi’nin çeşmesi önünde idiler. Mümtaz kendi mazisinin tasallutundan kurtulmak için ona, devrinin Hace-i fitne vü fesad adını verdiği bu adamı anlattı. Nuran:

– Ne acayip insanlar…

78  K (s. 164): – Niçin eskiye bu kadar bağlıyız?..

– İster istemez onların bir parçasıyız. Eski musikimizi seviyoruz, iyi kötü anlıyoruz. Elimizde iyi kötü bize maziyi açacak bir anahtar var… O bize üst üste zamanlarını veriyor, bütün isimleri giydiriyor. İçimizde bir hazine bulunduğunu, Ferahfezâ yahut Sultanîyegâh’ın arasından etrafımıza baktığımız için; Lebîb Efendi bile bizim için bir sanat eseri oluyor.

T: – Niçin eskiye bu kadar bağlıyız?…

Çünkü eski musikimizi seviyoruz, iyi kötü anlıyoruz. Elimizde iyi kötü bize maziyi açacak bir anahtar var. O bize üst üste zamanlarını açıyor. …

79  K (s. 164): … Fakat şiirde musikide…

Bazen genç kadına bu eski şeylerin meftunu çocuğun kendisini zorla bir katakompa tıkmak istediği şüphesi geliyordu. Bu dünyada türlü türlü hazlar, başka çeşit düşünceler de vardı.

T: … Fakat şiirde musikide…

– Bu senin estetiğin Mümtaz… Biliyorum şimdi rüyadan, uyanık halde rüyadan bahsedeceksin. Zaten onları kabul ettik, fakat şu yaşanan hayat…

Bazan genç kadına bu eski şeylerin meftunu çocuğun kendisini zorla bir katakulliye tıkmak istediği şüphesi geliyordu. Başka türlü buluşlar, başka düşünceler de vardı.

80  K (s. 166): … sevmeyi ondan öğrendik… (s. 166)

Sevgilisi yavaş yavaş… (s. 168)

[Kitapta bu iki cümlenin arasında kalan bölümler (s. 166-168) tefrikada yok. Buna mukabil tefrikada aynı cümlelerin arasında kitapta olmayan şu satırlar yer alıyor:]

T: … sevmeyi ondan öğrendik.

Birdenbire düşüncesinden sıyrıldı. Genç kadının gözlerine bakarak:

– Sonra unutma ki sade hayalde yaşamıyoruz… Canlı taraflarımız da var, geziyoruz, çalışıyoruz, sevişiyoruz. Dün bana denizde yetişemedin.

Nuran’ın yüzü kıpkırmızı:

– Sen beni zaten her yerde geçiyorsun…

Fakat ne bu tatlı ima, ne Mümtaz’ın boynuna doladığı kol, genç adamın içine çöken azabı dağıtamadı.

Sevgilisi yavaş yavaş…

81  K (s. 170): … birçok Nuranlar vardır ki, bir yığın benzetişle asırların tecrübeleri arasından, eşlerini beraberlerinde Mümtaz’ın muhayyilesine getirirlerdi.

T: … birçok Nuranlar vardır ki Mümtaz biraz da istemeden, hattâ çok defa düşünmeden sevdiği ressamlarda benzerlerini bulurdu.

82  K (s. 170): … minyatürlerine benzetecekti.

Sevgilisinin, gündelik hayatın her safhasında, duruşu, kıyafeti, aşkta değişen çehresi ile sanatın ölmez aynasına kendinden evvel geçenleri ona, âdeta hayranlığını ve sahip olma lezzetlerini bir kat daha; ve belki de ıstıraplı bir şekilde hatırlatan bir yığın çehresi vardı. Renoir’ın okuyan kadını…

T: … minyatürlerine benzetecekti.

Bunun gibi evlerinin bahçesinde sabahlığıyla gezinen Nuran, dallar altında yarı çıplak koluyla, uzanmış boynu ve kendisine dönük yüzüyle ister istemez genç adamın hayalinde bir Botticelli mevsimi olacaktı. Hangi âşık kolları arasında uyuyan kadında hemen derhal birkaç saat evvel uyanık olanı bulabilir? Uyanan insan o kadar uzaklardan gelen bir şeydir ki… Nihayet Nuran, Mümtaz’ın muhayyilesinde canlandırdığı bu repertuarın bazı unsurlarına gerçekten benzerdi.

Renoir’ın okuyan kadını…

83  K (s. 171): … yağmuru içinde, bir oluşla geldikleri,..

T: … yağmuru içinde etrafında sadece his halinde bir oluşla geldikleri…

84  K (s. 172): … görmüyordu. Gözlerinin…

T: … görmüyordu. Onun için ona korkuyla bakmıyordu. Gözlerinin…

85  K (s. 174): … tefsir eder gibi bütün müphem parıltılar keskin vuzuha kavuştular.

T: … tefsir eder gibi bir şeydi bu.

86  K (s. 175): – Ayın Ferahfezâ Peşrevi, dedi.

Hakikaten…

Bir balık…

[Bu kelimelerle başlayan paragrafların arasındaki satırlar aynı konu etrafında fakat farklı biçimde yazılmış.]

T: Nuran gülümsedi:

– Bunu da nereden çıkardın şimdi…

Fakat âşığının söylediğini doğru buluyordu. Görünmeyen neylerden yaprak yaprak dökülen bir dünya idiler. Etraflarında her şey bir ney nağmesi gibi yumuşak, derinden ve erişilmez sırların saf aynası idi. Sanki çok rahmani bir düşüncenin, her zaafını yenmiş bir aşkın üst üste kavislerinde dolaşıyorlar, öz halinde bir yığın baharın arasından geçiyorlardı.

Mümtaz Nuran’ın kulağına eğildi:

– Tıpkı senin vücudun gibi… Bazen seni kucaklarken Neşâtî’nin beytini hatırlıyorum:

Ettik o kadar ref-i taayyün ki Neşâtî

Âyîne-i pür-tâb-ı tecellâda nihanız.

– İyi ama benim vücudum çok maddi bir şey değil mi? Yani herkesinki gibi…

– Allaha bin şükür… Fakat bana göre herkesinki gibi değil… Ben onu bir düşüncenin tanrılaşmış şekli buluyorum.

– Küfür…

– Küfür veya Allaha giden en kısa yol… Unutma ki bu gece tam vahdet-i vücut içindeyiz. Bak etrafımızdaki Mevlevi âyinine.

Bir balık …

87 K (s. 175): … çatlar gibi oldu.

Muhakkak ki çok mesuttular. Zihinlerinin çok aksi istikametlerde gizli çalışmalarına rağmen yaşadıkları âna kendilerini bırakmak hoşlarına gidiyordu. Mümtaz, aşklarının Allaha ve başka bir yere giden en kısa yol olduğundan şüpheliydi. Aşka hayattaki büyük ve yapıcı yerini vermekle beraber, onun ancak tek başına bir his olduğunu, bütün insanın idare edemeyeceğini de biliyordu. Ayrıca toy allameliğinin…

T: … çatlar gibi oldu.

– Bu sefer de Mevlana… Galiba hiç tek başımıza sevişemeyeceğiz.

İkisi de gülüyorlardı. Mümtaz toy allameliğinin…

88  K (s. 177): … görünse kâfi… Sonra karşı kıyılara bakarak ilave etti:

– Şu şartla ki…

– Hangi şartla Mümtaz?..

– Bizi izah etsin, bizi ve etrafımızı…

Kanlıca koyu…

T: … görünse kâfi…

Kanlıca koyu

89  K (s. 178): – Esas fikir diyorsun, o ne?

Mümtaz, hiçbir cevap vermedi; hakikaten esas düşünce ne idi?

– Aşk… dedi. Hayatın içimizde gülümseyen yüzü.

Gece gittikçe serinleşiyordu.

T: – Esas fikir diyorsun, o ne?

Mümtaz’ın düşüncesi iki had arasında gidip geldi. Sonra genç kadının yüzüne bakarak:

– Aşk… dedi. Hayatın içimizde gülümseyen yüzü.

– Ölüm de var.

– Sevince insan ölümü yeniyor.

Gece gittikçe serinleşiyordu.

90  K (s. 178): – Ayın çamaşırları yıkanıyor, dedi.

Masmavi bir dünya içinde idiler.

T: – Ayın çamaşırları yıkanıyor, dedi.

– Kim bilir belki de dokunuyor. Daha doğrusu senin tenine benzer cevherler hazırlanıyor.

Maddi bir dünya içinde idiler.

91  K (s. 180): … seni tanımalarını istiyorum. Doğrusunu istersen, biraz geciktik. Ben ağabeyim diyorum, İhsan babam sayılır.

Nuran bir müddet düşündü.

T: … seni tanımlarını istiyorum.

Nuran bir müddet düşündü.

92  K (s. 180): … Cerrahpaşa’yı gezmişlerdi. Nuran, avlularında ot bitmiş…

T: Cerrahpaşa tarafları, sonra Kocamustafapaşa’yı gezmişlerdi. Nuran, avlularında ot bitmiş…

93  K (s. 181): … endamıyla, şahsiyetinin kudretiyle yenen ve çehreden…

T: … endamıyla, gençliği ve güzelliğiyle yenen bu bakıştan, endam, yürüyüş ve çehreden…

94  K (s. 181): … çınarın altında oturmaktadır.

T: … çınarın altında müridleriyle konuşmaktadır.

95  K (s. 182): … milli hayatın kökleridir. Bak kaç günümüz İstanbul’da Üsküdar’da geziyoruz. Sen Süleymaniye’de doğmuşsun, ben Aksaray’la…

T: … milli hayatın köklerinden biridir. Yahut başlıca şekillerinden biri. Bak kaç gündür İstanbul’da, Üsküdar’da geziyoruz. Sen Kandilli’de oturuyorsun, çocukluğunun bir kısmı Üsküdar’da ve Süleymaniye’de geçmiş. en Aksaray’la…

96  K (s. 184): … ürkerdi.

Bir haftadır ki…

T: … ürkerdi. İhsan rafta bir kitap aramak için yerinden kalktığı zaman, robdöşambrının kuşağının daima yerde sürünen ucunu toplar, yerine sokardı.

Bir haftadır ki…

97  K (s. 185): Macide için insan sesi başka ölçülere göre ayrılırdı. Hattâ…
T: Macide için insan sesinin kıymetleri ayrıydı. İyi ve fena insan hükmünü o başka ölçülere göre verirdi. Hattâ…

98  K (s. 189): … kız kardeşinden, hattâ Fatma’dan bıkmıştı.

T: … kız kardeşinden, Yaşar’dan, hattâ Sevim’den bıkmıştı.

99  K (s. 191): … realiteyi görüyordu.

Tıpkı ikinci defa hayata kaplumbağa olarak gelmiş insanın…

T: … realiteyi görüyordu.

Onunla konuşurken Mümtaz eski Yunan masalının Sisiph’ini, ruhlar ülkesinde aynı kayayı aynı tepeye kadar çıkarmaya mahkûm olan ve tam tepeye çıkıp da yerine yerleştirdiği zaman tekrar düştüğünü görüp, tekrar işe başlayan beyhude azaplar mahkûmunu hatırlıyordu. Fakat Tevfik Bey’e göre tecrübe efsanede olduğundan çok başka türlü , hazlar ve ümitlerle, bir yığın aldatıcı şeyle sürüp gittiği için insanoğlu kolay kolay başına geleni bilmezdi. Fakat azap aynı azaptı.

– Tabii, bir ruhu olduğunu bilenler, hayatın bir şeye bağlanması lâzım geldiğine inananlar için söylüyorum. Ötekiler için…

Fakat bu bahsettiği ötekileri, büsbütün bahtsız ve biçare mi buluyordu. Yoksa hiçbir keder ve üzüntüsüz eğlenebilmek saadetlerini kıskanıyor muydu? Burasını Mümtaz için anlamak kabil olamamıştı.

Mümtaz’ın bu şüphesi yaşanan hayatın üzerimizdeki tesirlerine dayanıyordu. Temayüllerimiz ve ihtiraslarımız ne olursa olsun insanoğlu sonunda kendi hayatının, itiyatlarının kıvrımlarını alıyor, onların hazır kalıbına giriyordu. Bazıları bu kalıbın içinden dünkü düşüncelerini ya büsbütün unutuyorlar, yahut da rahatsız edici birer veyahut çok uzakta kalmış bir ufuk gibi seyrediyordu. Bazıları bu kadar ileriye gitmez, sadece her ikisini beraberce taşırlardı.

Tıpkı ikinci bir hayatta kaplumbağa doğmuş insanın…

100  K (s. 195): Anlattıklarında yaşamış olmanın verdiği bir canlılık vardı.

Çok kazanmış..

T: Anlattıklarında derisiyle yaşamış olmanın verdiği bir canlılık vardı. Hiçbir güzelliği kaybetmemişti. Yüzünün çizgilerini kısa kısa hatırlar, tam kelimesini bulamayınca eliyle işaretler yapardı.

Hayata garip bir bakışı vardı. Çok kazanmış…

101  K (s. 199): … din çehresiydi.

Mümtaz Nuran’ın…

T: … din çehresi idi.

Gariptir ki bu muhayyile oyunu, onun içindeki eski şeylerin saltanatını tamamlıyordu. Mümtaz Nuran’ın…

102  K (s. 201): “Teşrin ortalarına doğru” diye başlayan paragrafın yerinde tefrikada aşağıdaki pasaj vardır.

T: … Aşklarının kudreti ve birbirlerine besledikleri arzu hiç eksilmeden sevgilisini anlamaya çalıştı. Bu ruh şehrâyini kendisi için Nuran’ın ömründen neleri yakarak, hangi büyük ve temel hisleri harcayarak hazırladığını düşündü.

O sonbaharda bir akşam Kanlıca kahvesinde bunları konuştular. Bu en güzel günlerinden biri olmuştu. Nuran’la sabahleyin yalıda buluşmuşlar, öğlene doğru Emirgân’a geçmişlerdi. Saat beşe doğru iskeleye indiler. Emirgân kahvesi ve meydan serin ve tenha idi. Çaylarını içtikleri zaman tekrar karşıya geçmeyi düşündüler. O gece Tevfik Bey’in misafirleri geleceği için balığa çıkmayacaklardı. Fakat bu zevkten büsbütün mahrum olmak da istemediklerinden Anadoluhisarı’ndan veya hoşlarına giden bir yerden geceyi seyredeceklerdi.

103  K (s. 203): Ve ilave etti.

[…]

Yaz bittiği için mahzundular.

T: … Bu beyti işittikçe hatırıma Rodin’in Kale burjuvaları geliyor…

Mümtaz daha başka türlü düşünüyordu:

– Şiir saatlerimizi ebedileştiriyor…

İkisi birden yaz bittiği için mahzundular.

104  K (s. 203): … yürümüştü. Yumuşak yaprak, bir akşamdan koparılmış gibi sert, madeni bir hal almıştı.

Tek bir kuş sesi.

T: yürümüştü.

Şimdi de mevsim sonu Beykoz açıklarını gölgeliyordu.

Birkaç gün daha ve bir iki yağmur… Ondan sonra hayatlarının büyük bir tarafı, bu yaz bir daha gelmemek üzere gidecekti. Geleceğin kendileri için ne sakladığını ikisi de bilmiyordu. Belki de bu yüzden kendilerini birbirine bir kat daha yakın buluyorlar, bu güneşli ve yaldızlı ikindi saatinde daha ilerileri kapatan buluttan korkuyormuş gibi birbirlerine biraz daha sokuluyorlardı.

Tek bir kuş sesi…

105  K (s. 203): İkisi de bu hasretin arkasında …

[…]

Nereden kabardığı …

T: Nuran:

– Seni her akşam kapının önünde bırakıp gittiğime öyle üzülüyorum ki… dedi.

Bütün yaz boyunca bir defa kendi içinde geçen şeylerden bahsetmemişti. Sevdiği adama itaatle her şeyi anlatmış olduğuna emindi. Fakat şimdi kadınlığının hicabıyla mücadele halinde idi.

Mümtaz gülerek cevap verdi:

– Merak etme, senden çok şey götürüyorum… Hiç de yalnız dönmüyorum.

Ve birkaç gece sonra kapanacak olan hayatının bu faslı, dönüştü fabrikanın gece bekçisiyle konuşmaları, dondurmacı ile ahbaplığı, Mehmet’i uykudan uyandırmak için çektiği zorluklar, dört bir taraftan gözünden ve derisinden içine hücum eden gece aydınlıkları hep gözünün önünde idi. “Bana verdiklerini düşünürsen…

Sonra ilave etti:

-Hakikaten tek başıma değilim. Bundan sonra da bütün ömrümce yalnız olmayacağım.

– Yaşarken güzel şeyler… Fakat düşününce o kadar manasız kalıyorlar ki. Bir çılgınlık. İkimiz de çılgınız. Benim için her şeyi bırakmış gibisin. Hep böyle olursa vay halimize. Bazan yaptıklarımdan utanıyorum.

– Mesela nelerden?

– Seni peşimde böyle sürüklemekten, dünyadan ayırmaktan…

Ne bileyim ancak bir genç kız, ilk defa sevmiş olana atfedilecek tereddütlerimden, kararsızlıklarımdan… Anlıyor musun? Bana, çok kötü şeyler yapıyorum gibi geliyor. Seni israf ediyorum sanıyorum.

Mümtaz o konuşurken ilk tanıştıkları günü Köprü’de, ve onu ilk defa beklediği gün Boyacıköyü’nde balıkçı kahvesindeki düşündüğü şeyleri hatırlıyordu. Nuran da o gün kendi kafasından geçen şeyleri düşünüyor, aşkı, basit, herkese göre bir nimet buluyordu. Bir erkek bunda bu kadar gecikmemeliydi. Herkes dünyaya bir kıvılcımla gelirdi. Bu kıvılcımdan bir ocak tutuşturmak bize ait bir işti. Halbuki şimdi Mümtaz en çalışacağı zamanda eğlenmek budalası bir kadının peşinde günlerini öldürüyordu.

Mümtaz onun içinde söylediğinden daha şiddetli bir konuşmanın geçtiğini anlıyordu… Yaşayıp yaşamayacağı belli olmayan hasta bir çocuk için seni feda ediyorum. Farkında mısın? demek istiyordu.

– Gülünç… Sade gülünç. Evvela insanoğlu hayatı fethetmez. Onun içinde ve onun tarafından sürüklenir. Sonra bu dediğin şey doğru olsa bile bir şey namına, bir şeyler için olur. Bu Arşimet’in manivela hikâyesine benzer. Bazıları bu dayanma noktasını kendi içinde bulur. Onlar yalnız başlarına iş görmek için doğanlardır. Hiç olmazsa bu vehimle yaşarlar. Ben bu cinsten değilim. Seni tanımadan evvel adalelerinin kuvvetini, rast geldiği ağaç dalında deneyen küçük egzersizlerin adamı idim. Emin ol hiç büyük bir şey beni ziyaret etmiyordu. Hiçbir düşünceye kendi malım gibi bakmıyordum. Eşya ile, hayatla ufak tefek temaslarım oluyordu. Fakat hep satıhta. Hiçbir şeyi kendimde derinleştiremiyordum. Sürünün içinde bir rakamdım ve öyle kalacaktım. O halde de bir şeyler yapabilirdim. Tramvay altında ezilecek bir çocuğu kurtarabilir, ne bileyim bir yangını önleyebilir, beş on kitap yazar, seyahat eder, hulâsa herkes gibi yaşayabilirdim. Fakat hep dışarıdan olurdu bunlar. Benim kendi tecrübem olmazdı. Bunu içimden hissediyor, kendi kendimi lüzumsuz buluyordum. Başkalarının ağzıyla konuşuyor, itiyatlarla hareket ediyor, boş kalmamak için yoruluyordum.

Sen geldin, işler değişti. Şimdi bir canlı gözlük ve hayat tecrübem var. Evvela seninle bir insana dikkat ettim. İnsanın ufku insandır. İnsan kâinatın kilididir. Ben sende evvela insanın gördüm. Yavaş yavaş onu tanıdım. Tekrar senden dışarıya doğru açıldım. Satıhta kalanların hepsi içime mal oldu. Şimdi içimde sırdan, güzellikten, şefkatten -Mümtaz ilk defa sevgilisine bu kelimeyi kullanıyordu- bir hazine, bir dip var. Seninle büyük insanlığa açıldım. Hayatı anlıyorum diyemezsem bile anlayabilecek haldeyim. Hiç olmazsa bunu sanıyorum. Birtakım büyük hakikatlerin eşiğindeyim. Bu seninle oldu. Bundan sonra benim için bir şey yapmak, yapamamak, biraz da talih ve dışarı imkânlar işidir.

Fakat yapmasam da bir şey çıkmaz… Kendimi tam buluyorum; bu bana yeter…

Şimdi biliyorum ki insan, zannettiğimiz gibi şu veya bu iş için doğmamıştır. İş sonra gelir. Evvela kendisini bulması lâzımdır. İnsan kendi talihine yükselebilmelidir. İnsanın talihi ölümdür. Buraya, bu ebediyet uykusuna, oluşun büyük ve durmadan işleyen çemberine kendisini bulmadan girenlere acımalı.

Ben seninle kendimi buldum…

Akşam, Emirgân tepelerinde ve denizde büyük bir ölümüm huzmelerini dağıtıyor gibiydi. Lâl rengi kumaşlar, sarı akikten ve açık mavi taşlardan yontulmuş ince kadehler, her türlü mücevherden süsler, uzun altın kılıçlar, büyük kor çehreli maskeler birbiri peşinden ufkun bir köşesini kaplamış, sarı bir kumsala doğru uzanıyorlar, orada kayboluyorlardı.

– Niçin ölümü hatırlıyorsun?

– Çünkü hayat üzerinde konuşuyoruz. (Sonra birdenbire sözünü değiştirdi.) Çünkü bir ölünün hayatını yazıyorum. (Gülerek ilave etti:) Şeyh Galib’in biyografı olduğumu unuttun mu? Niçin Şeyh Galib’i seçtim! Çünkü tamamlanmış bir hayat üzerinde düşünmek hoşuma gidiyor.

Fikrini iyi anlattığına kendisi de kani değildi.

Nereden kabardığı…

106  K (s. 204): … halı gibi serildi.

T: … halı gibi serildi. Nuran olduğu yerde düşünceli, “Ölümü düşünme!” dedi.

107  K (s. 204): Hayır… Fakat ne çıkar? Bu dakikada mesuduz.

[…]

… imkânsız yaptı.

Çocuk, Mümtaz’ın daha… [205]

T: Yaz bitiyordu. İkisi de bu düşünce içinde idiler. Eylül sonun lüfer hikâyesi kapandı, sonra yağmurlar başladı. Pastırma yazıyla asıl yazın arasında ıslak iki hafta geçirdiler. Ondan sonra da bir daha denize çıkamadılar. Yazla beraber Nuran’ın neşesi de kaybolmuştu. Gelecek günlere açık bir endişe ile bakıyordu. Evdeki baskı gün geçtikçe artıyordu. Sevim, her vesile ile annesi tarafından ihmal edilmiş bir çocuk tavrı takınıyor, her ihtimamın karşısında boynunu büküyordu. Nuran, günlerin çoğunu evde geçirmesine rağmen hiç kimseyi mesut edemiyordu. Hemen hepsi Sevim’in üstüne düşmüşler, onun sıhhatinden, dikkate ihtiyacından bahsediyorlardı. Bu düşkünlük Sevim’e daima ön planda olmak fırsatını veriyor ve çocuk bunu ustaca istismar ediyordu.

Kışın Nuran’ın Emirgân’a gelebilmesi, yahut Mümtaz için İstanbul’a inmesi çok güç bir işti. Onun için, annesinin kışı İstanbul’da geçirmek arzusunu memnuniyetle karşıladı. Mümtaz Taksim’de küçük bir garsonyer bulabileceğini söylüyordu. Emirgân’daki ev olduğu gibi kalacaktı. Nitekim haftasında küçük bir apartman buldu ve Nuran’ın becerikliliği sayesinde hemen hemen masrafsız döşediler. O haftayı hemen hemen İstanbul’a geçmeden evvel, onlar gizli hayatlarını orada kurmuştular.

Bütün bu olan biten arasında Nuran vakit buldukça Emirgân’a geliyor, bazen korularda dolaşıyorlardı. Tevfik Bey’in ısrarıyla Mümtaz da ara sıra Kandilli’deki eve uğruyordu. Hulâsa garip, sakat bir muvazene içinde müşterek hayatlarını devam ettiriyorlardı. O kadar ki sonuna doğru Mümtaz, Nuran’ın endişelerini lüzumsuz bulmaya bile başlamıştı. Fakat kasımın ortasına doğru vaziyet birdenbire değişti. Tevfik Bey Kandilli’den taşınmadan evvel Mümtaz’ı eve davete karar vermişti. O kadar hoşlandığı genç adamla, çok bağlı olduğu köşkte bir akşam daha oturup konuşmak, eğlenmek istiyordu. Ona göre Mümtaz, Sevim’in hırçınlığına, hattâ Yaşar’ın sinirli hallerine aldırmamalı, eve rahatça girip çıkmalıydı. Nihayette evlenecek olduktan sonra…

Fakat iş onun düşündüğü gibi olmadı. Sevim Mümtaz’ın daha…

108  K (s. 206): … bağlanışı vardı. Bu, biraz Nuran’ın […] içli olacağını biliyordu. Zaten o dakikada

T: … bağlanışı vardı. Zaten o dakikada…

109  K (s. 209): Yalnız bir nokta daha vardı. Emma Fâhir’den ayrılmış, […] canlanıyordu. Kaldı ki, Adile…

T: Yalnız bir nokta daha vardı. Emma Fâhir’in servetini kendi ihtiraslarına kâfi bulmuyordu. F3ahir Türkiye’de kaldıkça şöyle böyle bir refah temin edebilirdi. Halbuki İstanbul ve Türkiye Emma için ancak bir iskele olabilirdi. Köstence plajları, Bükreş sokakları ya Garp’a Viyana’ya, ya Cenup’a yol verir. Fakat bu yolların ikisi de Paris’e çıkar. Talih Emma için Fâhir’le İstanbul yolunu açmıştı. Böylece onu deliğinden çıkartmıştı. Fakat burada kalamazdı. Nitekim Park Otel’de tanıştığı zengin bir Cenubi Amerikalı sık sık Paris’ten, Biarritz’den, Nice’ten bahsediyor, küçük İtalyan şehirlerini, İspanya’yı gözlerinin içine bakarak anlatıyordu. Emma yatının kaptanı ile haftada üç defa, kendisiyle iki defa gizli buluştuğu bu zengin adamdan henüz istikbali için kâfi bir garanti alamamıştı. Yoksa Fâhir’i çoktan bırakacaktı. Fakat sabırsızlığı yüzünden Fâhir’in hayatını da zehir etmeye başlamıştı. Fâhir onun günün birinde kanatlarını açacağını biliyordu. Zaten iki senedir onun peşinde geçirdiği hayattan yorulmuştu. Sabahlara kadar kumarda metresinin arkasında bir eli cüzdanında beklemek, yarısından fazlasını insanlar içinde yaşamak, beraber yaşadığı kadını muhtaç olduğu zaman yanında bulamamak, sonuna kadar tahammül edemeyeceği şeylerdi. Kaldı ki Adile…

110  K (s. 210): … Eski üniversite arkadaşı Sua da Nuran […] diyordu.

[…]

Üstelik Suad Mümtaz’ın akrabasıydı.

T:…Eski mektep arkadaşı Suad Konya’dan hasta ve harap gelmişti. Sanatoryumda yatıyordu, “İyi olabilmem yalnız seninle kabil. Beni ara sıra gör. On senedir yalnız senin için yaşadım. Sana muhtacım” diyordu.

111  K (s.210): Bu evli adam, Mümtaz’la Nuran’ın […] diyordu. Sanki…

T: … çünkü bunu yazan bir hastaydı. Mektup…

113  K (s.212): … dolduruyordu. Mevsim bitmişti. Hayatın sade aşk ve eğlence, sadece fantezi ve coşkunluk tarafı tükenmişti.

T: …dolduruyordu. Her tarafta arı ve böcek sesleri vardı. Yaz bitmişti. Hayatın sadece lüks ve eğlence, sadece fantezi ve aşk sıtması tarafı tükenmişti.

114  K (s.212): Kendisine güvenmiyordu. Hayatta…

T: … Kendisine hiç güvenmiyordu. Zayıftı ve bunu biliyordu. Hayatta…

115  K (s.213): İnsanoğlu huzurun, iyiliğin düşmanıydı…

T: İnsanoğlu güzel şeye düşmandı.

116  K (s.213): … işleri vardı. İşlerini bitirdikten […] geliyordu.

İş korktuğu…

T: … işleri vardı. Ayrıca Suad’ın kim olduğunu öğrenmek istiyordu. Birkaç sene evvel Macide’nin akrabasından bir kızla evlenen bir Suad tanımıştı; Anadolu’da bir yerde bankacılık yapıyordu. Hastalıklı, sinirli, garip coşkunlukları, daha garip bir sükût ve yıkılışları olan bir adamdı. Mektubu okurken, onun Nuran’a mektup yazan adam olmadı ihtimali aklına gelmişti. Böyle olursa, işler daha karışık olacaktı. Suad, muhakkak kendi vasıtasıyla Nuran’a yaklaşmak isteyecekti.

-Mademki hayatımda bundan böyle bir Suad Bey var.

Evet, hayatında bundan böyle Suad vardı. Bir Suad ki hastaneden mektuplar yazıyor, teselli istiyor, eski dostlukları ortaya koyuyor, ruh sefaletini teşhir etmekten çekinmiyor, şahsına ait itiraflar yapıyor, küçük, sahte, kötü bir edebiyatla genç kadından dostluk istiyor; yattığı yatakta gözleri tavana dikili onu düşünüyor, her kapı açılışında, “Acaba gelen o mu?” diye bakıyor, “Gelmiyor” diye sabırsızlanıyordu. Hayatında dün akşam, yalnız insan talihinin garabetiyle peydah olan bir Suad vardı. İstediği kadar inkâr etsin, o kendi hayatındaydı.

İş korktuğu…

117  K (s.217) Bütün şehir bir nevi … dekoru olmuştu.

T: [Bu cümle tefrikada yok.]

118  K (s.217) Sapsarı bir aydınlık içinde ilk önce yukarıya doğru çıkmak istedi. Fakat bir tanıdığa rast gelirim korkusuyla döndü. Tepebaşı’na doğru biraz yürüdü.

T: Sapsarı bir aydınlık içinde Tepebaşı’na doğru birkaç adım yürüdü.

119  K (s.219): Deminden beri yaptığı tahminler doğruydu; bu Suad’dı, Nuran’a kablettarihten beri âşık olan Suad!

Mümtaz onunla göz göze gelmek korkusunun içinde Suad’ın yüzüne doğru dürüst ancak bir an bakabildi.

T: Mümtaz tanınmak korkusunun içinde Suad’ın yüzüne doğru dürüst ancak bir an bakabilmişti.

220  K (s.220): Burada hiçbir masal, iyiye, güzele, büyüğe doğru hiçbir büyük kanatlanma yoktu.

T: Burada hiçbir masal, hiçbir büyü, iyiye, güzele, büyüğe doğru katlansın. Bu madenden, nebattan biraz üstün hareketlerinde biraz daha serbest hayvanın tabii haliydi. Sindiği çalı dibinde son karaca budunu yedikten sonra yalanan bir kurdun gözlerindeki ışık bu tebessümün memnuniyetinden farksızdı.

221  K (s.221): Mümtaz nerede ise soracaktı:

-Ne çabuk atıldığın çukurdan çıktı, nasıl böyle büyüdün?

T: [Bu cümle tefrikada yok.]

222  K (s.223): … Mümtaz o anda … birine otu4rdu.

T: [Bu cümle ve izleyen paragraf tefrikada yok.]

223 K (s.224):

T: [İkinci bölümün sonunda kitapta yer almayan bölüm.]

Kandilli’ye geldiği zaman saat dokuzu biraz geçiyordu. Buraya kadar Nuran’ı görmek için geldiği halde birdenbire iradesi zayıfladı. Garip bir çekingenlik içinde geriye dönmek istedi. Fakat yapamadı. Evin bütün pencerelerini aydınlık görmeseydi şüphesiz kapının önünden geri dönecekti. Fakat hiç alışmadığı bu ışık onu içeriye itiyordu. Mümtaz bazen yirmi dört saatin ne bitmez tükenmez bir şey olduğunu o gece öğrendi.

Kapıyı açan ahretliğin halini hiç beğenmedi. Kız onu görür görmez bir adım gerilemiş, taşlığın merdiveninden yukarı fırlamıştı. Mümtaz kapamayı unuttuğun kapının önünde, bu acayip kabulden şaşkın, ne yapacağını bilmeyen bir adam gibi bekledi. Biraz sonra Tevfik Bey’in ayak seslerini duydu. Nuran’ın dayısı yavaş yavaş merdivenleri indi. Yüzünde genç adamı gördüğü zaman peydahlanan sevinçten eser yoktu; daha ziyade kederli ve düşünceli idi. Mümtaz’a yavaşça bir “hoş geldin!” dedikten sonra durdu. Nereden söze başlayacağını bilmiyor gibi düşündü. Sonra en yavaş sesiyle:

– Evin içi alt üst… dedi. Kapıyı kapadı. İyi ev sahipliği hattâ Mümtaz’ı seven insan tarafıyla, yenemediği bir yığın güçlük arasında çırpındığı belliydi.

– Ne oldu, ne var?.. dedi.  

– Çocuk gene hasta… Bugün ikindiye doğru gülüp oynarken tekrar düştü, kaskatı kesildi… Hemşirenin hali malûm… O da bir kriz geçirdi.

Mümtaz Beşiktaş iskelesinin demir parmaklığı arasından sesini duyurdu:

– Şimdi nasıl?..

– Yukarıda doktor var. Tabii tehlikeli değil. Fakat… Nuran yarı deli gibi…

Mümtaz bir ucuna çöktüğü merdiven basamağından tekrarladı:

– Nuran yarı deli gibi… Yarı deli gibi.

Bütün hayat ayaklarının altında kayan bir tahta parçası idi ve o Beşiktaş iskelesinin parmaklarına asılmış bu kayan giden şeye bakıyordu. Yarı deli gibi… Yarı deli gibi… Ayağa kalktı. İhtiyar adam o zaman delikanlının üstünün başının perişanlığını, yüzünün bozukluğunu fark etti.

– Yavrum, sen de iyi değilsin, dedi. Git, yat…

Mümtaz tekrar bundan böyle hayatının remzi olan parmakları sarstı:

– Nuran’ı görmeyecek miyim?..

– Bilmem ki…

Tevfik Bey’in yüzü alt üsttü. Artık gücünün eremeyeceğini anladığı bir noktada yaşıyorlardı. İmkânsızlığın şuuru içine yerleşmişti. Bununla beraber Mümtaz’ı seviyordu. Evde Nuran’la benden başka herkes sana düşman… Hiç olmazsa bir zaman için…

– İyi ama, benim ne kabahatim var?

Tevfik Bey, portmantonun iki yanında kim bilir hangi mezattan belki de kendisinin satın aldığı doldurulmuş kuşlara, “Bunların ne kabahati vardı?” der gibi baktı. İki kartal dolduran adamın kendilerine münasip gördüğü o son derece yapmacık uçuş vaziyetinde, aynanın oyma alınlığı üstünde, sanki bir arma hazırlıyorlarmış gibi kanatları açık, pençeleri arasında feri solmuş bir yeşil değnekle hiçbir şey hayal ettirmeyen, ölümden de, hayattan da uzak bir katılıkla bekliyorlardı.

– Maamafih… Ben bir söyleyeyim…

Nuran Tevfik Bey’in yukarıya çıkmasına hacet bırakmadan indi. Aşağıdaki konuşmayı dinlemiş, onun geldiğini anlamıştı. Fakat bu Mümtaz’ın tanıdığı Nuran değildi. Kansız, iki üç saat süren bir korku ve azabın, bin türlü vehmin ve azabın içten çökerttiği bu çehrede, bu kızarmış gözlerde hattâ iki sabah evvel kendisiyle konuşan kadını bulmak imkânsızdı… Genç adama bir yığın kararın arkasından çok uzak bir tebessümle gülümsedi.

– İşittin değil mi?

– Şimdi nasıl?

– İyice… Zaten tehlikeli bir şey değil. Fakat hastalığın yerleşmesinden korkuluyor. Asıl fenası babasına haber vermeye mecbur olmamız. Bugün Yaşar üç defa telefonla aradı, bulamadı. Kim bilir başıma neler çıkartacak?..

Sonra o da genç adamın haline dikkat etti.

– Sana ne oldu?

– Hiç… Hiçbir şeyim yok… Sonra bütün gün kendisini yiyen üzüntünün manasızlığını yeni anlamış gibi yavaşça ilave etti:

– Asıl tehlikeyi görememek illetti…”

Bir müddet sustular. İkisi de kaderlerinin ağında çırpınıyorlardı.

– Şimdi ne yapacağız?

Nuran ona bakmadan, yavaş yavaş cevap verdi:

-Bir müddet, iyileşene kadar evden ayrılamam. Bir kere bu vaziyetten çıkalım, düşünürüz. Çocuğunu ihmal eden bir anne vaziyetinden çıkmam lâzım. Büyük hata yaptık…

Böylece o yaz ve sevgilerinin asıl mevsimi kapanmış oldu.

124  (s.225) [“Üçüncü Bölüm” tefrikada yok.]

125  (s.323) [“Dördüncü Bölüm”ün 1 ve 2. alt bölümleri tefrikada yok.]

126  K (s.339): Artık eski İhsan değildi.

T: Artık eski İhsan, tanıdığı, sevdiği, biricik akrabası, hocası İhsan Ağabey değildi.

127  K (s.340): Hastanın göğsü…

T: Galiba en korkuncu da buydu; çünkü hastanın göğsü…

128  K (s.340): göze çarpar şekilde aydınlanıyordu. Bu hasta odası ışığı da garipti; sanki her şeyi kendisine mahsus bir işaretle gösteriyor, burada…

T: göze çarpan, altı başka başka mürekkeplerle çizilmiş, yahut harflerle dizilmiş geceler, mutarızalar, türlü kavisler ve işaretler arasına alınmış bir cümle gibi aydınlanıyor burada…

129  K (s.341): … kurmuştu.

Tanıdığı adamdan…

T: … Uzviyet böyle kendi tabiatının dışına çıkabilmek, eşyaya bile hükmedecek musallat bir fikir haline girmek için neleri atmış, neleri bırakmıştı. Benlik denen o kâinata müsavi âlemi ilga edebilmek, sonsuz küçüğe, mutlak sıfırın ancak vehmedebilen komşuluğuna indirebilmek için ne derin hesaplar, ne güç muameleler, ne kadar riyazi feragatler, ne ircalar, neler lâzımdı! Evvela bütün kâinatın bilançosuyla işe başlamak, sonra bu bilançoda kaydedilmiş her şeyi silebilmek için kendisini her zerresiyle ayrı ayrı işleyen bir ıstırap makinesi haline getirmek, bu ıstırabın arasından acayip, bizim henüz tanımadığımız büyültücü veya küçültücü kıymeti hakkında fikrimiz olmayan, çok renkli değiştirici bir adeseden bakar gibi dünyaya ve eşyaya bakmak, en sonunda da bu ıstırabı ortadan kaldırarak sadece kendi başına uzviyet, birtakım alabildiğine istiklal kazanmış fonksiyonların muvazaalı bir terkibi olmak lâzımdı.

Bu el, bu kol, bu göğüs, bu dalgın baş; bu ağırlaşmış dil hepsi birer istiklaldi. Tam ve mutlak bir merkeziyetten, hudutları anarşiyi yoklayan bir fertlik çokluğuna çıkıştı.

Tanıdığı adamdan…

130  K (s.341): … ne farkı vardı?

Hasta gözlerini…

T: … ne farkı vardı?

Yengesine baktı. Kadın, oğlunun ayağının ucunda, ayakta, kısılmış yüzüyle duruyordu. Bu kadın bu cinsten argın bir saat sesini bir başka defa daha dinlemişti.

O zaman saatler onun için iki zamanı birden çalardı. Birisi genç ve sevilen kadının, ümitler dünyasını, karnında varlığını duyduğu çocuğun hesabına genişleten, kendisinin, babasının, kardeşlerinin, kocasının hayatlarında eksikliği gördüğü her şeyi hayaliyle onda tamamlayan, bu hayaller ve ümitlerle olduğundan iki üç misli, alabildiğine fazla yaşayan kadının zamanı. Bir de karanlık bir deniz mağarası loşluğunda, eşiğinde büyüdüğü âlemden, güneş altındaki macerasından habersiz, içten kurulmuş bir makine gibi büyüyen, değişen, acayip ve cılk bir tohum, bir bakla halinden yavaş yavaş uykulu bir mahlûk haline giren, çizgileri ve uzuvları garip ve besleyici bir uykunun sularında, hatt-ı istiva nebatlarının yapraklarına benzeyen o acayip ahşa kumaşlarına sarılmış büyüyen mahlûkun zamanı. Fakat bu başka bir zamandı. O geleceğe doğru gidiyordu. Evet o zamanlar, büyük ve herkesin malı olan, herkes için günleri ve mevsimleri sayan tiktakların ezasına, bu küçücük mahlûkun, bu varlık içinde varlığın, bir su torbasında kendi uzviyetine asılmış her an kabaran ve değişen rakamlar yığınının, kendi imkânlarına doğru, hayata ve güneşe doğru adım adım yaklaşmasını sayan, büyük saat başlarını, indirdiği tekmelerle kâh karnının içinde, kâh kasıklarının üstünde duyduğu; ince, belirsiz tıktıkları karşılıyordu.

Onlar, şimdi bu odada duyulduğu gibi sabırsız, âdeta bir uçurumdan yuvarlanan şeylerin hızıyla koşan bir zamanı saymıyorlardı. Kendi hayallerine, ümitlerine, sükûnet tavsiye eden, sabırsızlıklarını yenen, her şeyin kendine göre bir yürüyüşü ve her yürüyüşün bir âhengi olduğunu sık sık hatırlatan, onu dakikaların emrine veren ve her dakikayı onun için hayran olmaya lâyık bir saray, muhteşem bir bahçe yapan bir zamandı. Halbuki şimdi bu odanın içinde duyulan zaman böyle değildi. Bu âdeta bir yıldız süratiyle gidiyordu. Hastanın nabızları arttıkça o da artıyor, mesafeleri bir hamlede yutuyordu. Geçilmesi, bir lahzada atlanılması lâzım gelen ne kadar mesafe vardı. Yaşayan varlıktan, düşünen şuurdan, maddenin uykusuna geçilecekti. Fakat bu kadarla da bitmiyordu. Her şey yerli yerine gidecek, azot azot, karbon karbon olacak, ten çürüyecek, kemikler ufalanacak, uzviyet dediğimiz o muhteşem hatlar cihazı, her an yeni bir ihsasın emrinde birbirine hiç benzemeyen senfoniler ibda eden, mevcut olmayanı yaratan, mevcudu son zerresine kadar kendinde tüketen veya bir çizgide silen, lahzanın içine ebediyetler sığdıran cihaz kaybolacaktı. Elbette saate acele edecek, hızını arttıracaktı.

Hasta gözlerini…

131  K (s.2342): Ben korkuyorum.

Mümtaz bu gecenin…

T: – Ben çok korkuyorum.

İhsan’ın annesi gerçekten telâşta idi. Mümtaz bu rica üzerine başını kaldırdığı zaman Macide’nin de gözlerinde yaş gördü.

Mümtaz bu gecenin…

132  K (s.344): Düz billûrda aydınlık, küçük bir sarsıntı ile yerine oturdu. Ve bütün taşlığı derhal içine aldı. Aynalar garipti; derhal işe başlarlardı. Henüz uykudan uyanmış bir hali vardı. Taşlığın…

T: Düz billûrun henüz uykudan uyanmış bir hali vardı. Buna rağmen içindeki şeyler derhal canlandılar. Taşlığın…

133  K (s.346): Mümtaz yalnızlığında ürküttüğü bu mahlûka…

T: Mümtaz yalnızlığında ürküttüğü, hiç beklemediği bir anda muhayyilesini çıldırttığı bu zavallı mahlûka…

134  K (s.346): “Kaç aydır, sadece sarsıntı halindeyim…” Kendi halime…

T: “Kaç gündür, sadece sarsıntı halindeyim…” Doğrusu da buydu. Nuran’la aralarının bozulduğu günden beri aşağı yukarı bu haldeydi. Kendi halime…

135  K (s.349): [“Suad, ölmeden” diye başlayan paragraftan s.351’deki “Plak bitince” diye başlayan paragrafa kadar olan bölüm tefrikada yok.]

136  K (s.353): Biz ikisini birleştirmek istedik. Hattâ bunda yeni bir fikir bulunduğumuzu [bulduğumuzu] bile sandık.

T: Tanzimat ikisini birleştirmek istedi. Hattâ bunda yeni bir fikir bulmadığını [bulduğunu] bile sandı.

137  K (s.353): … iki türlü duyuyorsun. Ne hazin değil mi?

Daima Akdenizli…

T: … türlü duyuyorsun. Moliére’in Metr Jak’ı gibi, kâh aşçı, kâh seyisi, gayrişuurun karanlıklarında elbise değiştiriyorlar. Tabii onun kadar işin farkında olarak değil.

Zeynep Hanım Konağı’nın önünde idiler. İkisi de bu konağa ve karşısındaki medreseye ayrı ayrı baktılar.

Mümtaz, talebelik senelerinde bu konağın içinde geçirdiği zamanı hatırladı. “Bizden evvelkiler ne garip muvazaalarla vakit geçirmişler” diyordu.

– Yaşlarının ilerlediğini görmenin verdiği hüznü, çocuklarına, gençliklerine, hiç duymadıklarına emin olduğu bir yalancı hasretle anlatmak. Bundan gülünç şey olur mu? İnsan yaşadığı zamanın içinde ve emrindedir.

Doktor sözüne devam etti:

– Daha iyi misal ister misiniz? Yengeniz hanımefendinin bahsettiğiniz hastalığı ve sonra bu gece yaptığı enjeksiyon… Kocasının hayatını kurtarması. Belki de bu işi siz yapamayacaktınız ve eminim ihtiyaç görülürse bir daha, başka defa daha yapacaktır. Çünkü bana bu saatte sizinle bu kadar rahat konuşmak emniyetini veren bu imkân, yengenizde daima mevcut. O halde bir ikiliği kabul edeceğiz. Biz de aşağı yukarı öyleyiz. Hiç olmazsa birkaç nesil için.

– Tecrübe eskiden yapıldığına göre bu son belgeniz.

– Gayet basit… Teknik var, bugünü ve imkânlarını yaşıyoruz. Sonra bu iki âlemin arasındaki muvazene herhangi bir seçme fikrini çoktan ortadan kaldırdı. Artık hür değiliz, ister istemez intibaka mecburuz. Ama ne olsa içimizde bir taraf, güneşe bakacaktır.

Daima Akdenizli…

138  K (s.357): … bilerek görüyordu.

– Bilir misin delikanlı…

T: … bilerek görüyordu. Onların yanı başında gardırobun üzerinde tehditkâr sükûneti içinde uçmaya hazır bir kuş gibi duran vantilatör vardı. Bir düğmeye basıldı mı ölüm pervanesi harekete geçecek, bir medeniyet seviyesi, bir yaşayış anlayışı, hilkati tamamlayan bir zaman mucizesi hepsi birden toz haline gelecekti.

– Bilir misin delikanlı…

139  K (s.359): … uzun uzun seyreder bulmuştu.

T: uzun uzun seyretmişti. Ondan sonra birbirlerini bir daha görmemişler, üst üste günlerce Kandilli’ye gittiği halde bir türlü genç kadının evine uğramaya içten razı olmamıştı.

140  K (s.359): … asılmıştı.

Durdu.

T: … asılmıştı.

– Ne olur insalığı rahat bıraksalar ve hayata istiklalini verseler. Mesela bazı kimseleri ortadan kaldırsalar, kimse krizden bahsetmese. Tahammülsüzün adı kaldırılsa ortadan… Ve insanlığı mesut etmekten vazgeçseler… Düşünün bir kere… yüzde doksan felâketlerimiz bize rağmen bizi mesut etmek istediklerinden doğmuyor mu? Bütün tarih bu değil mi? Bıraksınlar bizi… Hayat kendi başına yeter derecede güzel ve ıstıraplı… Belki de nimetleriyle ıstırapları birbirine denk gelecek kadar. Hayır, bir adam çıkacak ve insanlığa selamet getirecek… İşte Hitler, nedir Hitler?..

Kendisini aksiyonun dehasına sahip zanneden, fakat içinde şaşırıp kalan, bir defa bile hadiselerin üstüne çıkamayan bir budala… Bir adam ki durmadan konuşuyor, konuştukça hürriyetini kaybediyor, kendi sözünün şeritlerine sarılıyor ve onunla son ilmiği, son cümlesi, son tehdidi boğazında son ilmik olana kadar mumyalanıyor… Kendi kendisinin hayranı bir meczup. Bir nevi caniyane nefse inanç ve tapınma.

Kendisini tehlikeli vaziyette görmedikçe, tabancası tütmedikçe, çizmesi tehdit etmedikçe, hiçbir şey yapamazsa vaat etmedikçe hüviyetini kaybeden bir zavallı. Alın bu deliyi, bir Montmartre kahvesine, bizim Petrograd gibi bir kahveye koyun, konuşsun orada. Her gün bir eserin, bir nazariyenin taslağını yapsın. Sağa sola küfretsin.

Bir müessesenin başına getirin, hademesinden dayak yiyene kadar orada boğuşsun dursun. Fakat tesadüf istiyor ki, bir milletin başına geçecek. O zaman iş değişiyor.

Mümtaz, kendi içinden bir kitap okuyor gibiydi.

– O zaman hadiselerin çocuğu oluyor. Hitler’i bence tek başına görememeli?

– Kim görüyor? Daha doğrusu insan şaşırıyor. Fert tarafından alınca başka, hadiseler tarafından alınca başka oluyor. Şüphesiz Nazizm’de Versay’ın, Alman inkişafının, Alman coğrafyasının, bir asırdır Almanya’da devam edegelen fikir cereyanlarının, hulâsa bir yığın şeyin birden tesiri var. Fakat bir de Hitler var. Çünkü hadiseler ve cemiyet realiteleri şu veya bu yola akıtılabilirler. Ferdin de bir mesuliyet payı var. Versay elbette bir hata idi. Hem de gülünç bir hata, bir budalalıktı. Olduğu yerde bir şaşırma. Küçük menfaatler, zelil istismarlar, burun kaşıyarak, monokl düzelterek yapılan sadizmler, cesaretsiz tedbirler. Nerde ki kıymet hükümleri tam tatbik edilmez, orada bir ifrit doğar. Fakat Versay, yalnız bir şekilde karşılanmaz ki. İçtimai adalet fikrinin tek çaresi ihtilal çılgınlığı, o korkunç Makyavelist oyunlar değil ki… Bu insanlığın talihi de olamaz. İnsanlığın talihi tabiat tarafından kendisine yükletilenlerdir. Ne Kremlim, ne de Berlin insanlığın talihi değildir. Bunlar hamakatlerimizdir. Talihimiz ayrı.

Durdu.

141  K (s.360): Şimdi bu sadizm […] gibi durakladı.

T: [Yok]

142  K (s.361): Sonra isyanlar … kiremidi oldu…

T: [Yok.]

143  K (s.362): Ve tekrar birtakım hadlerin, engellerin arkasında yaşamanın acılığı ile içi burkuldu.

T: [Yok.]

144  K (s.364): [“Fakat daha başka” diye başlayan paragraftan 4. alt bölümün sonuna kadar tefrikada yok.]

145  K (s.367): …tekrar içeriye kaymak ister gibi…

T: … tekrar kepengi vuruyor, delikten içeriye akmak ister gibi…

146  “İstersen al” diye başlayan paragraftan (s.369) sonrası (kitabın sonuna kadar) tefrikada farklıdır:

T: – İstersen al. Tekrar tecrübeye girmek istersen al ve el tekrar çenesinin hizasında açıldı, fakat Mümtaz’ın gözleri bu sefer de elin kendi parıltısında idi. Büyülenmiş gibi hep ona bakıyordu.

– Al… Çekinme. İhsan,Nuran, bütün ölülerin, kinlerin, sevinçlerin, küçük, büyük, ömründe ne varsa hepsi orada. Bütün suallerin, bütün endişeler…

O söyledikçe Mümtaz ömrünün gerilerine doğru gidiyor, ebediyen ayrıldığı, artık yok sandığı kıyıların hepsini görüyordu.

– İstersen şu an bütün korkularını, yeis ve ümitlerini tekrar giyinebilir, tekrar eskisi gibi olursun.

Mümtaz sözü değiştirdi:

– Onu nerede buldun?

– O benim sırrım, dedi. Fakat istersen al.

– Peki onsuz kalırsam nasıl yaşarım=

Adam çok gülünç bir şey işitmiş gibi güldü.

– Niçin gülüyorsunuz? Ne kadar şaşırdığımı bilmiyor musunuz? Bu dakikada benim için mühim, çok mühim. Her şeyi bilmeliyim.

Adam o zaman yüzünü döndü ve Mümtaz, onun birkaç saat evvel rüyasında gördüğü adam olduğunu anladı ve şaşkın şaşkın baktı:

– Sizi tanıyorum… Sizi tanıyorum.

İçinde ona söyleyeceği ne kadar çok şeyi vardı. Fakat bu yüz acayip hüznü ile, güzelliği ile o kadar bıkıcı bir şeydi ki kelimeler boğazına tıkandı:

– Nasıl gülmeyeyim? Hâlâ yaşamaktan bahsediyorsun? Hâlâ bıkmadın mı? Bir tecrübe yetmiyor mu?

– İyi ama ölmek için bile yaşamak lâzım… Şart.

– Ne biliyorsun? Sonra benim götüreceğim yerde daha başka türlü, daha iyi yaşamayacağını… Hattâ bu endişe bile kalmayacağını…

Mümtaz orasının neresi olduğunu bilmiyordu. Fakat korkuyordu. Büyük bir özleyişle:

– Dünya o kadar güzel ki, dedi. Burada zaman, zaman var.

– O da yok. Yani orada yok. Kendin zaman olursun.

– Burada sevgi var, düşünmek var.

– Nefret de var, kin de var, hata var, vehim var… Anlamamak var.

Mümtaz onu dinlemiyordu.

– Bir tek hakikatten bahsettiniz. O nedir?

– Hiçbir hakikatin olmadığı. Olmak, olmamak bile yok. Her şey hem var, hem yok. Eşya, Allah dağınık rüyası, hayat maddenin gülünç vehmidir.

O zaman Mümtaz, adamın yüzüne doğru döndü.

– Burası daha güzel, dedi. Gitmeyeceğim… Hiçbir yere gitmeyeceğim. Burada öleceğim. Hiçbir ufuk, hiçbir lekesiz saadet istemiyorum. Ölene kadar düşüneceğim.

Eliyle bütün şehri kucaklamak ister gibi bir işaret yaptı.

– Ölünce bunlara karışacağım, bir çamur parçası olacağım, bir sinek olacağım, ağaçta tırtıl, meyvada kurt olacağım, yaşayanların vebası olacağım… Ver onu bana…

Söyledikçe kızışıyordu. Bir sıtma içinde gibi çırpına çırpına:

– Ver onu bana… Hiçbir şey yoksa sevgi var, anlama var, insan var…

Adam tekrarladı:

– Artık sevemezsin… Düşünemezsin… Benimle gel. Eşyanın sükûneti bile yok, anladın mı? Hiçbir şey yok… Devam çemberini kıracaksın… Hiç açılmayacak kapıların önünde beklemek yetmez mi? 

– İstemiyorum… İstemiyorum. Kapı olsun yeter…

– Gelirsen sen her şeysin ve her şey sen… Düşün.

O zaman Mümtaz çılgın bir isyanla haykırdı:

– Yalan, dedi, yalan söylüyorsun… Ben insanım. Hakikate inanıyorum.

– İstersen sana hakikat pazarını gezdireyim… Çeşit çeşidini görürsün… Hattâ ısmarlamaları bile var.

Mümtaz:

– Şeytan… Şeytan… diye haykırdı.

Adam gülüyordu.

– O da yalan. O da vehim. Ondan da kurtulacaksın… Dağınıklık. Yalnız dağınık bir yığın rüya. İşte hakikat. Bütün yüklerinden kurtulacaksın…

Mümtaz, kollarını gererek omuzlarını kaldırdı:

– Bu omuzlar her yükü taşır… Onu ölüm denen usta işledi. Sen bana malımı ver… Bana benliğimi ver. Ben her şeye razıyım. Bilmiyorsun, yaşayanın halini bilmiyorsun. Biz öyle şeylerden kuvvet alıyoruz ki… Bütün ayrılıklar, bütün ıstıraplar bizi besler… Ölülerimiz hep yanımızdadır. Hiçbir ağaç kökünde, bizim usaremize benzer kurt dolaşmaz. Ver onu bana…

– Pişman olacaksın.

– Olmam…

– Olacaksın…

– Olmayacağım… Sen de biliyorsun ki olmayacağım. Ben inanıyorum, hakikatler olabileceğine, onlara doğru yürüdüğüme inanıyorum… Sen yalan söylüyorsun…

– Neye pişman olayım… Şimdi seni tanıyor ve biliyorum… Şimdiye kadar hiçbir esaslı davet yapmadın… Benim kafamdakileri süsledin, adımının sürçtüğü yere çadır kurdun… Lüzumsuz bir gölgeden başka bir şey olmadın. Ne buldumsa kendim buldum. Bütün basamakları kendi dizlerimi çürüte çürüte çıktım, tırnaklarımı kıra kıra tırmandım… Şimdi hepsini birden almak istiyorsun… Yalan. Yalan söylüyorsun. Ver bana onu…

Fakat adam, avucunu kapamıştı. Yüzünde ve hüviyetinde eski aydınlık yoktu. Daha ziyade büyük bir ateşin aksini giyinmiş gibiydi.

– Ver onu bana… Ben istediğim gibi kurtulmak isterim… Anlıyor musun? Yalnız istediğim gibi. Ben eşyanın sükûnetini istemiyorum. Ben insanın talihini istiyorum… Onu seviyorum…

Fakat adam, o söyledikçe gülüyordu.

– Budala… diyordu. Budala… Düşün bir kere.

– Ben onları istemiyorum… Yaşamak istiyorum… Ölmek için bile yaşamak lâzım.

Ve Mümtaz, meleğinin üzerine durmadan saldırıyor, o saldırdıkça öbürü çekiliyordu.

– Ben istiklalimi aldım, anlıyor musun? Ben kendi talihimle baş başayım… Artık ebediyetin bir tasavvuru olmaktan bıktım… Ben yalnız kendimim… Ve kaçar gider korkusuyla elbiselerine sarılıyordu.

Doktora doğru yürüdü, iyice yüzünü yüzüne yaklaştırdı:

– Siz doktorsunuz, değil mi? Halbuki siz de hastasınız… Hem nasıl, bilseniz, zaten hepimiz hastayız….

Kahkahalarla gülüyordu.

– Hepimiz hastayız…

Macide, ona doğru yürümek istedi, fakat doktorun bir işareti üzerine olduğu yerde kaldı; bu küçük hareket genç adamın dikkatini çekmeye kâfi gelmişti, ona döndü.

– Sen de gülsene… Ban ben ne güzel gülüyorum… Ne diye bana öyle bakıyorsun sanki? Bana öyle bakma, ben sana fenalık yapmadım ki… Bir kere ömrümde bir kadın bana böyle baktı, bak ne hale geldim. Ne ise zararı yok… Mademki her şey düzeldi, mademki artık beraber gidiyoruz. Vapur neredeyse kalkacak… Bir yığın çiçek aldım. Gidiyoruz, beraber gidiyoruz. Eşyamı hazırlayın…

Sofanın penceresine doğru yürüdü. Bahçedeki ağaçlara, sonra ellerine uzun uzun baktı:

– Bu cam kırıkları da öyle acıtıyor ki… dedi.

Macide ağlıyordu.

– Fakat zararı yok, hiçbir şeyin zararı yok… Ben bavullarımı hazırlamaya gidiyorum.

Ve hakikaten bavullarını hazırlamak istiyormuş gibi merdivenden yukarı acele acele çıktı. Doktor eliyle bir işaret yaparak arkasından yürüdü. Daha fazlasına dayanamayan Macide, olduğu yerde gözlerini kapamıştı. Sofadaki sessizlik, bir taş atılan büyük bir suyun tekrar kendi üstüne kapanışını andırıyordu. Her şey öylece daha derinlere geçmişti.

Bir şey yaptırılmış bir insanın duyacağı bulantı hissi içinde yere yuvarlandı.

Kalktığı zaman yüzü kan içindeydi. Hâlâ elinde tuttuğu ilaç şişelerinin kırıklarına garip garip bakındı. İki eli de kanıyordu. Fakat o ne bu kanı görüyor, ne de acı duyuyordu. Kendi kendine gülümseyerek:

– Gitmiş… dedi. Garip bir kurtuluş hissiyle seviniyordu. Komşu evlerden birinden bir çocuk sesi geldi. Sonra açık bir pencereden radyo Hitler’in harp beyannamesini tekrarlamaya başladı:

– Harp başladı…

Seviniyor mu, yoksa acıyor mu, burası belli değildi. Belki de başladığını söylediği şeyin farkında değildi. Yüzünde çok masum bir çocuk ifadesi, sendeleye sendeleye evine doğru yürümeye başladı. Arsadan geçerken tekrar arkasına baktı. “Gelmiyor…” dedi ve bu rahatlık içinde yürüyüşünü hızlandırdı. Fakat yanından geçenler kendi kendine güldüğünü ve konuştuğunu görerek şaşıyorlardı:

– Yarım saatte her şeyi hazırladım. Vapur dokuzda kalkıyor. Nuran’ı ne diye bekletmeli… Macide çok sevinecek…

Kapıyı cebindeki anahtarla açtı. Taşlıkta aynada yüzünü tanımadan seyretti ve acele acele merdivenlerden çıktı.

O geldiği zaman İhsan’dan başka hepsi sofada radyonun başındaydılar. Fakat onu görür görmez hepsi ayağa kalktı. Macide:

– Aman yarabbim, Mümtaz bu ne hal, ne oldun?.. diye haykırıyordu.

O, bir çocuk uyutur gibi yavaş sesle:

– Yavaş yavaş, dedi. Bilmiyor musun, evde hasta var. Duvarın bir köşesine çekildi. Âdeta saklanmak istiyor gibiydi.

Huzur, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2000, s.384-442

Huzur‘dan Müzikler…