HAMDİ TANPINAR’IN ROMANI:
HUZUR

Vehbi Eralp

“Bursa’da Zaman”, “Eşik” gibi şiirleriyle, bazı hikâyelerini içinde topladığı Abdullah Efendi’nin Rüyaları ile Fransızların “essai” adını verdikleri eşsiz ve emsalsiz Beş Şehir ile edebiyatımızda kendisine müstesna bir yer yapmış olan Hamdi Tanpınar, şimdi Huzur adını taşıyan ilk romanını yayımlamış bulunuyor. Vaktiyle bu sütunlarda onun XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni tahlil etmeye, hangi meseleler üzerinde durduğunu, ilmî araştırmayla sanatkâr mizacının nasıl terkip meydana getirdiğini göstermeye çalışmıştık. Remzi Kitabevi’nin çıkardığı Huzur romanı bizi yine aynı meseleler üzerine eğilmiş her şeyden once “essayiste” ve üslûpçu Tanpınar’la karşılaştırıyor.

379 sayfa tutan eser “İhsan”, “Nuran”, “Suad”  ve “Mümtaz” başlıklarıyla dört bölüme ayrılmıştır; fakat romanın mihverini Mümtaz teşkil ediyor, her şey onun etrafında dönüyor.

Huzur’da acaba ne olacak? Diye insanı nefessiz bırakan, heyecandan heyecana sürükleyen vak’alar yoktur. Mümtaz küçük bir çocukken Yunan işgali sıralarında Anadolu’nun bir kasabasında babasının öldürüldüğünü görmüş, annesiyle başka bir yere kaçmış, onun da ölümü üzerine, yaşça kendisinden çok büyük amcası oğlu İhsan’ın yanına, İstanbul’a gelmiştir. İhsan Galatasaray’da hocadır ve kelimenin tam mânasıyla bir fikir adamı, bir entelektüeldir, tahsilii Paris’te yapmıştır. Mümtaz işte böyle bir muhit içinde yetişiyor. Roman başladığı vakit İhsan ağır hastadır, zatürreden yatmaktadır; roman bittiği zaman yine başladığımız yere dönmüş oluyoruz, İhsan yine yataktadır, henüz iyileşmemiştir ve Mümtaz çıldırmıştır. Arada anlatılanlar Mümtaz’ın zihninden geçirdiği şeylerdir, bir “evocation”dır.

Böylece Mümtaz’ın çocukluğunu, yetişmesini, kocası Fahir’den ayrılan ve kızı Fatma ile Boğaz’da annesinin yanında yaşayan Nuran’la tanışmasını, bütün bir yaz Emirgân’da sevişmelerini, evlenmeye karar verdikleri, araya giren Suad’ın Mümtaz’ın Taksim’deki evinde kendini asarak intihar ettiğini, bu ve buna katılan başka sebepler yüzünden Nuran’ın Mümtaz’la evlenmekten vazgeçtiğini öğreniyoruz. Ama bu hülâsa romanın ancak cansız bir posası olabilir; eserin asıl değerini emsalsiz üslûbunda, tabiat tasvirlerinde, karakterleri anlatmasında, Dede’nin bir Ferahfeza âyinini, bir keman konsertosunu tahlilde gösterdiği sanat kudretindedir. Güvercinleriyle Beyazıt meydanı, Sahaflar, Kapalı Çarşı’yı anlatan sayfalar, şimdiden bir antolojiye girecek bir mükemmeliyettedir. Yaşanmış hatıralardan kaynağını alan ve okuyanda aynı heyecanları uyandırma büyüsünü kendinde saklayan nice parçalar vardır. Tanpınar hem tabiatı ve insanları görmesini, hem bunları canlandırmasını bilmiştir. 109uncu sayfada Ada’yla Boğaz mukayese ediliyor, burada birkaç satır içinde tarihimizden gelen ışıkların aydınlattığı bir terkip var.

Boğaziçi “bir medeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamış bir yer”dir. Bir ayakkabının kadını ne kadar hantallaştırdığını anlatan şu cümleye bakınız: “Bunlarla ancak mitinglerde kadın hukuku için konferans verilebilirdi” (108). Çiftleri evinde karşılaştırmayı seven, fakat fazla ileri gitmelerine tahammül edemeyen, hele kendi yardımı olmadan birbirlerini sevmeye kalkışanların işini bozmaya çalışan Âdile ve ürtikerden muztarip “haşlanmış havuç yiyicisi” Sabih ne kadar canlıdır. “Sabih’in fikri olmasına lüzum yoktur, çünkü gazete vardır. Her cinsten gazete onun hem okyanusu, hem gemisi, hem pusulası ve kaptanıdır. Onun için bazı mizaç değişiklikleri hariç, o gün okuduğu gazete ile beraber tabedilmişe benzer” (140); keman konsertosunun  “ne beklenmedik bir hazırlanışı, süzülüşü, kendini haber verişi, tereddütleri ve nihayet bir hakikat keşfedilir gibi tekrarlayıp sonra yeni en kendi değişikliğinin mucizesi içinde kayboluşu vardı” (352). İtiraf etmeli ki, bu ve buna benzer cümleler ancak cins bir muharririn kaleminden çıkabilir. Onun insane âdeta korku veren cümleleri vardır; bunların nasıl biteceğini tahmin edemiyoruz, daha doğrusu bitmeyeceğinden korkuyoruz. Fakat Tanpınar, usta bir cambaz gibi, bizi heyecandan heyecana sürükledikten sonra sözünün sonunu getirmesini biliyor ve karşımızda tamamlanan bu yapıyı güzel bulmaktan kendimizi alamıyoruz. Bazen de kısa bir cümle bütün bir ruh iklimini, büyük bir hakikati, geniş bir manzarayı gözlerimiz önünde canlandırıyor: “Herkes İhsan’ın hastalığının verdiği üzüntü ile uyuyor, onunla uyanıyordu” (5); “hulasa hayat dar, fakat tabiat geniş ve munisti” (26); “fakat bizim memlekette aranan kaybolur… Şark oturup beklemenin yeridir” (6); “lokanta bu öğle saatinde denizi içine almıştı” (84); “Üsküdar açıkları, lodoslu akşamın suda kurulmuş malikânesi olmaya başlamıştı” (106); “zamanla karısına, bütün aksak taraflarını öğrendiği eski bir otomobil gibi almıştı” (94); “çok defa son ümit, temennilerimizin imkânsızlığına akseden çehresidir” (367). Eserde birer mücevher gibi her sayfada parlayan bu ve buna benzer cümlelerin yanında sadece bizim olan dertlerin, meselelerin ortaya atıldığını, bir romanın müsaade ettiği nisbette konuşulduğunu, münakaşa edildiğini görüyoruz. Tanpınarbu kitabında, garbın da zevk terbiyesinden geçerek olgunlaşan ve millî kültürümüz içinde gelişen nadir bir meyve, bir sanatkâr olarak karşımıza çıkıyor. O, romanında bazı kusurlar işlemiş, acemilikler göstermiş olabilir; ama onun bir an bile bayağıya demeyeceğim, alelâdeye düştüğü görülmez. Her satırında hâlis sanatkâr zevkinin ölçüsünü muhafaza etmesini bilmiş ve bize değerli bir eser vermiştir.

(Yeni Sabah, 20 Ocak 1950)